28 Aralık 2009 Pazartesi

Belki kendi ikliminde yeşertirsin

bir masal dinler gibi eskiden
sus pus, lal, dilsiz kalmışım
böylesi ölüm ah ne tatlı!
kelimeleri hangi celbinde yakmışım

ne karanlık diyebilirim bu zevke
ne de aydınlık dedirtirsin
yaprağa çiğ, tene umut
geceye günü bekletirsin

ay lekelendi bir kez, med cezir de
kıyılarıma kelimeler vurmuyor artık
böylesi sessizlik ne acı!
bir cümlede sevişmeyi ne zaman bıraktık?

ne karanlık diyebilirim bu kedere
ne de aydınlık dedirtirsin
benim mevsimim çoktan geçti
belki kendi ikliminde yeşertirsin
- Fatih Çelik -

30 Kasım 2009 Pazartesi

Şimdi sen gidiyorsun ya herkes sana benzeyecek

Sevileni her yüzde görme hali. Sokakta, otobüste, hiç beklemediğin bir zamanda ummadığın bir yerde. "o" değildir bilirsin, ama saçları onu andırır, başka birisinde gözlerini bulursun, aynı onun gibi bakıyorlardır, başka birisinin elleridir o sandığın, kimisi aynı onun gibi güler, kimisi kaşlarını çatar onun gibi kızdırır seni. "ne kadar çok benziyor" dersin kendi kendine, baktığın kişi o olmasa da farkına varmazsın bir müddet, sanki o hemen karşında durmaktadır, gitmemiş, yalan söylemiştir, umarsın söylenebilecek bütün yalanları ama benzemeyen yanların farkına vardın mı biter bütün hayaller. hiç kimse "o" değildir çünkü, truman show'daki gibi magazin sayfalarından parça parça birleştirmeye çalışırsın yüzünü, her bir yabancıdan bir parça, ama bütünü gördün mü yıkılırsın. bir kez gitti mi herkesi kendine benzetir "sevgili", herkes ona benzemeye can atar senin gözünde, ta ki yokluk kendini yok edene kadar.

9 Kasım 2009 Pazartesi

Fısıltı

“Her şey maşuktur, âşık bir perdedir. Yaşayan maşuktur, âşık bir ölüdür”- Mevlana

Zaman yaratılmış her varlık için farklı ilerler ve her evrenin kendine has sonsuzluğu vardır. Yaşadığım evrende “şu an”ın ne zaman olduğunu söylemek güç. Bizler zamanı ölümle ölçeriz. Ne zaman en yaşlı şeytan ateşe karışır, insan takvimine göre bin yıl geçmiş demektir. Her şeyi değiştiren o ilk emrin geldiği gün insan vaktiyle 11 ağustos 1999 idi, boyut değiştirirken ayın güneşin önüne itilişini görmüştüm, en karanlık olduğu anda da dünya kapısından geçmiştik. Yeryüzüne çıkıp bir ruh daha çalacaktık. Komutan Zaringa ve 4 kişi atanmıştı bu iş için. Bunlardan biri de bendim. Komutanın ayak seslerinden bile korkardım, hakkında çok fazla şey duymuştum, adı çok eski zamanlardan kalmaydı ve “Gölge” anlamına geliyordu. Azraile benzetirdi bir çoğu, söylentilere göre de birkaç kez karşılaşmışlıkları vardı.

Yaptığımız şey çok basitti. Acı çeken bir insana kederi en çekilmez noktaya geldiğinde türlü yalanlar fısıldayıp bütün inançlarından arındırır, iyinin kötü, kötünün iyi olduğuna inandırırdık. O zamana kadar beş kez kandırma yolculuğuna çıkmıştım. Herkeste başarılı olamazdık ama bir kez insanın aklına soru işaretini soktuk mu ve inancında hata aramaya başlattık mı çok geçmeden safımıza katılmak için dua etmeye başlardı inandığı Tanrıya ve bir müddet sonra, son inanç kırıntıları da yok olduktan sonra Tanrısını da elinden alırdık. Ve son aşamada ruhunu bedeninden ayırır, cehennemin en ücra köşelerine götürür, ebediyen kalacağı yeri gösterir, tekrar bedenine yerleştirirdik. Bir çoğu cehennem kapısından girdikten sonra vazgeçtiklerini, Tanrıya kulluk edeceklerini söylerlerdi ama bilmedikleri bir şey vardı, Tanrıya kulluk etseler bile şeytanın varlığını gördükleri için ona inanacaklardı. Korkuları, ruhları bedene dönüp de ilk kötülüğü işleyene kadar devam ederdi. Bir kez bilerek ve isteyerek yapılan kötülük, bir ömür bilinçsizce yapılan iyiliklerden daha fazla tat verir insana. Bir müddet sonra bizlerin bile korktuğu, şeytandan öte varlıklar haline gelirlerdi. İlk fısıltı ile ilk kötülük arasında bir muhafız bırakırdık yanlarına, kendilerine yapılan güzelliklerin ve fırsatların kötü olduğuna inandırırdık ki yolumuzdan sapmasınlar.

Yeryüzüne varmayalı uzun zaman olmuştu. Şeytanların ömrü hesaba katılırsa yaklaşık 500 yıl geçmişti güneşi en son gördüğümden bu yana. Her şey değişmişti. “Bina” dedikleri üst üste yığılmış evlerle doluydu her yer, yürüyen demir parçaları sarmıştı sokakları, atsız eşeksiz giden ve içinde insanların olduğu büyük demir parçaları. Yürüyenler, koşanlar, şarkı söyleyenler, banklarda oturanlar… her yer de insanlar vardı ve etraflarında en az birer şeytancık vardı. Şeytancıklar bizden farklıdırlar, daha küçük olurlar ve sözleri insan sözüne benzer, kuvvetsizdirler. Bir binanın önündeydik, emir gelmesini bekliyorduk. Komutan Zaringa ben düşüncelere dalmışken “hadi” dedi “vakti geldi.”

Hareketlerimiz bir insanın algılayamayacağı kadar hızlıdır. Komutanın emri vermesi ile hedefimizdeki eve gitmemiz çok kısa zaman aldı. Evde çalacağımız ruhun sahibinden başka kimse yoktu. Fısıltı seansımızı bölecek her şey yok olmuştu, çıt çıkmıyordu. Zaringa avının tadını çıkarır gibi yavaş yavaş yürümeye başladı. Sahip olduğu hız, sahip olamayacağı yavaşlığa dönüşmüştü. Bizlerde aynı hıza ayak uydurmuş onu takip ediyorduk. Birkaç adım sonra duruverdi. Ben en arkadaydım ve neyle karşılaşacağımızı bilmiyordum. Teker teker hedefin etrafına geçmeye başladılar ve önüm açılıp, hedefin ne olduğunu gördüğümde bir şeylerin değişeceğini anlamıştım.

Elinde bir avuç dolusu ilaç tutuyordu. Gözleri bütün gece ağlamaktan kızarmış ve yorulmuşlardı. Ağlamıyor, hareket etmiyor, hatta solumuyor gibiydi. Bir kanepede oturmuş, önündeki masaya başka insanların fotoğraflarını dağıtmıştı. Onun da içerisinde olduğu, güldüğü bir çok fotoğraf özensizce masanın her yanına dağılmıştı. Komutan Zaringa, “hedefiniz bu” dedi “işiniz, gördüğünüz gibi çok zor olmayacak”. Sonrasında gözden kayboldu ve diğerleri hemen fısıldamaya başladılar. Biri kulağına eğildi, diğeri ilaç tutan eline ateşten nefesini üflemeye başladı ve insanın sanki iç sesiymiş gibi duyduğu sözleri söylemeye koyuldular.

Yaşamaya değer mi bu dünya?
Neden ben? Neden?
Bunu hak edecek ne yapmış olmalıyım?
Çok acı çekiyorum

Niyetimiz kendisini öldürmesi değildi. Aksine yaşaması gerekiyordu, diğer insanlara ulaşmalı ve bizim ajanlığımızı yapmalıydı.

Şeytanlar işe koyulmuşlardı ama ben yerimden kımıldayamamıştım. Evrenler arası salisede yolculuk yapan ben, ona bakarken donakalmıştım. Nedenini bilmiyordum, sadece izliyordum. Şeytanlardan biri bana döndü ve haykırdı:

Ne yapıyorsun sen aptal! Gel buraya, komutana aptallıklarını anlatmak zorunda bırakma beni.

Son fısıltı seansımda başarısızlığa uğradığımdan yine hata yapmamdan korkuyorlardı. Uzun zaman önce bir demirciye kendi kızını öldürtmüştük. Adam fısıltılardan uyanıp yerde yatan kızının cesedine bakmıştı uzun uzun, anlamlandırmaya çalışmıştı elinde tuttuğu çekici, üzerindeki kanı ve kızının darmadağın olmuş yüzünü. Bütün şeytanlar susmuş, kazanılmış bir zaferi ellerini ovuşturarak kutluyorlardı. Son darbeyi vurup ruhunu çalabileceklerdi, demirci bir şeytan olduğuna sonunda inanacaktı.

Elinde tuttuğu çekici attı yere, bütün hislerini derin bir çukura gömmüş gibi donuktu yüzü, onunla beraber adım atıyorduk, ocağın kenarına, ateşin tenini kızartmaya başladığı yere kadar yürüdü, elimizdeki ganimeti sağlama almak için tekrardan fısıldamaya başlamıştık. Bir anda yüzünü döndü bana doğru, burun buruna gelmiştik. Gözlerimin içine bakıyordu. Tek bir söz söylemeye korktum, susup birkaç adım geri çekildim. Göz bebekleri beni takip ediyordu. Olamazdı, göremezdi, mümkün değildi! Hiçbir varlığın tahammül edemeyeceği azabı gördüm gözlerinde, ruhunun çektiği acı yüzünden tenini kızartan ateşi fark etmiyordu bile. Yüzü bana dönüktü ama vücudu yavaş yavaş ateşe eğiliyordu. Bir ölünün toprağa yatması gibi yattı ateşe, çıt çıkarmıyordu ruhunun ateşten önce erittiği bedeni. Şeytanlar telaşla sağa sola koştururlarken, ben, hala bana bakan gözlerindeydim, son kalan gözyaşları anında buhar olmuştu ve her bir uzvu küle dönerken, ben onun gözlerinde bir şeyler yitirdiğimi fark ediyordum. Her şey bitip dönme vakti geldiğinde diğer şeytanlar küfretmeye başlamışlardı bana. Bütün olanların sorumlusu benmişim, aptalım tekiymişim falan… O zamandan beridir şeytanların çoğu bana güvenmez ve kolay kolay yeryüzüne göndermezler, kötülük yapmanın hazzını yaşamamam gerektiğini düşünürler.

Kendimi ispatlamam için bir fırsattı bu, son bir ruh çalıp gerçek bir şeytan olarak ateşe dönmeyi bekleyecektim bundan sonra, yeryüzüne gelirken en azından böyle planlamıştım.

Fısıltılar gittikçe güçleniyordu, yüzünden okuyabiliyordum. Gerilmişti, haykırmamak için sesini yutkunuyor, dudağını ısırıyordu. Kendine zulmettikçe yaşadığı acının hafifleyeceğini zannediyordu. O kadar acı çekiyordu ki ısırmaktan dudağı kanamaya başlamıştı ve ardından ağlamaya başladığında gözyaşıyla karışıyordu kanı. Şeytanlar vaktin geldiğine kanaat getirdiler ve bir anda sustular. Her türlü sesi işiten kulağım sağır olmuş gibiydi. Sessizlikle kendime gelmiştim. Şeytan kötü söz söylediği için kötü değildir, sonucunun kötü olacağını bilirse iyilik de fısıldar. Bizi kötü yapan insanın her yaptığı kötülüğü kabul etmesini ve Tanrı’dan af dilememesini sağlamaktır. Böylelikle insanın içinde olan şeytanı uyandırabilir, isyan ettirebiliriz.

Artık sırada suçlunun kendisi olduğuna inandırmak ve bununla yaşaması gerektiğini kabul ettirmek vardı. Ardından da Tanrı’nın kötü olduğuna inandıracak, Tanrı istemeseydi böyle bir olayın yaşanmayacağını anlatacaktık. Tanrı onun kötülüğünü istemişti!

Fısıldamalar amaç değiştirerek tekrar başlamıştı.

“Her şey benim yüzümden oldu, gecenin bir vakti aramamış olsaydım şimdi hayatta olacaktı.”
“Ama neden? Neden ölmesi gerekiyordu?”
“Tanrım neden?”
“İstesen hala hayatta olabilirdi”
“Seni sevmiyorum”

Şeytanlar bütün hünerlerini gösteriyorlardı. Bense hiç birine aldırmadan hala onu izliyordum. Korkuyordum onlara kulak vermesinden ama sesimi de çıkaramıyordum, susturamıyordum kötülükleri. Eğildim, gözlerinin içini görebilecek yere kadar yaklaştım ve baktım. Bakmamla havaya sıçramam bir oldu. Çünkü kendimi görmüştüm, ama başka bir şekilde, bir insan sıfatıydı gördüğüm, ete kemiğe bürünmüş bir erkek yüzüydü gözlerine yansıyan aksim. Şeytanlar irkilmişlerdi, bir bana bir ona bakıyorlardı. Onlar da beni benim gördüğüm gibi mi görüyorlardı yoksa? Yüzlerindeki ifadeyi okumaya çalıştım ama bir insan gibi titriyordum, aklımı toplayamıyordum. Şeytanlardan birisi yanıma gelip boğazımı sıktı, artık sıkılmıştı.

“Çok yaklaştık ruhunu çalmaya, yaptığın saçmalıkları kes. Yoksa komutana, ona dokunduğunu söylerim!”

dedi ve uzaklaştı. Hala kendime gelememiştim, gördüklerimin gerçek olmasını istemekten korkuyordum. Fısıltı seansı neredeyse amacına ulaşmak üzereydi, onu şeytanlaştırmak üzereydik ama gözlerinde insan olduğumu görüyordum. Onu insanlıktan çıkarırken, ben insan gibi hissetmeye başlıyordum. Gördüklerimi teyit etmek için bir kez daha yaklaştım gözlerine ama bu kez başı öne eğilmişti. Birkaç saniye bekledim doğrulması için ama kafası önde ağlamaya başladı, muazzam bir heyecan duyuyordum ve daha fazla bekleyemeyeceğimi hissediyordum. Dokunamıyordum, çünkü tene, kana, gözyaşına, irine dokunmak yasaktı. Hangi kıdemde şeytan olursa olsun bir kez bir insanın uzvuna ya da ondan çıkan bir şeye dokunsa vaktinden önce ateşe döndürülürdü, bir anlamda ölüm fermanını imzalamak oluyordu.

Gözlerini görmek için beklemeye koyulmuştum. Farkındaydım, onu ebediyen kaybetmek üzereydim, ruhunu sattıktan sonra yaratılışında bahşedilen iyilik yok olacaktı, parça parça şeytana dönüşecek ve gözlerinde gördüğüm aksim kaybolacaktı. Neydi gözlerinde gördüğüm şey, benim yansımam mıydı? Yoksa hayal mi görüyordum? Daha fazla bekleyemedim. İnsanlara dokunamayabiliriz ama cansız varlıklar için böyle bir kural yok. Diğer şeytanlar farkında değillerdi yapacak olduğum şeyin ve ben ateşe dönmek için sabırsızlanıyor gibiydim. Masanın üzerindeki fotoğraflardan birine üflememle fotoğrafın yere düşmesi bir oldu. Ayaklarının dibine düşen fotoğrafla irkilmişti ve tabi şeytanlar da. Herkes susmuştu yine. Kimse yerinden kımıldayamıyordu. Şeytanlar nefretle bana bakarlarken ben ona bakıyordum bir an olsa bile gözlerini görebilmek için. Yavaşça fotoğrafa uzandı, çok ağır bir şeyi kaldırır gibi zorlanıyordu. Kaldırdı ve dizine koydu. Hala yüzünde gözbebeklerini arıyordum. Uzun uzun baktı ve gülümsedi. Fotoğrafa dikkatlice baktığımda bu sefer ağlamaklı olan bendim. İmkansız! Fotoğrafta bir bankta oturan iki kişi vardı. Biri o, diğeri gözlerinde görüp de ben sandığım adamdı. Gülümsemeye devam ediyordu, şeytanlar küfrediyordu ve ben susmuş bekliyordum. Kafasını kaldırdı bir anda, işte beklediğim andı, kendimi toparlayıp bütün cesaretimi toplayıp gözlerine baktım. Evet ben o adamdım!

“Tanrım beni affet”

Sözcükler dilinden dökülüvermişti. Gülüyordu, Tanrısından af diliyordu. Şeytanlar bir anda yenilgiyi kabul eder gibi yok oldular. Tek başıma kalmıştım. Kıpırdayamamıştım. İnanan bir insanın af dilemesi, bütün günahlarından arınması demekti ve günahsız bir insanın yanında şeytanlar azap çekerdi. Ama duyduğum tek şey şaşkınlıktı. Gülüyordu, başı dikti ve gözleri gözlerimdeydi. İnsan suretime bakıyordum gözbebeklerinde yaratılan. Ancak, hayır, bu sadece af dilemek değildi, bir intiharın başlangıcıydı. Elinde tuttuğu ilaçları bir anda ağzına götürüverdi, kendini öldürecekti tam da huzura ermişken. İstemsizce, gayri ihtiyari tutuverdim elini daha ağzına varmadan, başaramamıştı ama anlayamamıştı da ona neyin engel olduğunu. O anda telefon çaldı. Ancak benim için artık çok geçti, bir insana dokunmuş, bir hata daha yapmıştım, yok olmak için çabalamıştım, elini bıraktığım anda her şey karanlığa gömüldü.

Gözlerimi açtığımda boşlukta durduğumu fark ettim. Ayaklarım bir şeyin üzerinde gibiydi, yürüyebiliyordum ama neyin üzerinde olduğumu göremiyordum. Değişmiştim, bedenim eski bedenimden farklıydı. Etraf parlak ışıklarla çevriliydi, ne yana dönsem orası daha parlak geliyordu ve ışıklar içimden geçip gidiyordu. Ateşe dönmek, yok olmak böyle bir şey miydi? Peki ya bundan sonrası? Aklımda sorular uçuşurken onu düşünüyordum bir taraftan da. Ne olmuştu? Işık daha fazla parlamaya devam etti, her geçen saniye kör oluyormuşçasına acı vermeye başladı, parlaklık öyle bir safhaya geldi ki sıcaklığıyla kavrulduğumu zannederek bağırmaya başladım. Gözlerimi kapamış yalnızca acımın bir an önce dinmesi için bağırıyordum.

Artık her şeyin bittiğini düşündüğüm ve acının dayanılmaz olduğunu hissettiğim anda sırtım ve başım yumuşak bir yere değdi, bir yerden bilmediğim başka bir yere düşmüştüm sanki. Bağırmıyordum, acım dinmişti. Bir yatakta mıydım? Etrafımda duyduğum ayak sesleri neydi? Cevabını bulamadan derin uykuya daldım.

“Durumu iyiye gidiyor. Tedaviye cevap verdi.”

Birileri konuşuyordu yanı başımda. Gözlerimi aralamaya çalıştım, daha önce hissetmediğim bir acı duydum. Kıpırdamaya çalıştım ama beceremedim.

“İşte! Kendine geliyor.”

Gözlerim kapalıydı ama etrafımda iki kişi olduğunu duyabiliyordum. Birisi ağlıyordu, diğeri anlamadığım bir şeyler yaptı. Kendimi daha rahat hissediyordum her ne yaptıysa.

“Ben sizi yalnız bırakayım ama çok zorlamayın hastamızı”
“Teşekkür ederim”

O ses! Yanlış duymuş olabilir miydim?

“Canım”

Görmeliydim mutlaka, gözlerim ne kadar ağrısa da görmeliydim. Bütün gücümle acıyı bütün şiddetiyle hissederek gözlerimi açtım. Karşımda duruyordu. O’ydu!

“Kendini yorma, iyileşeceksin.”

Tanrı muhteşem bir hediye bahşetmişti. Onunla ilgili her şeyi hatırlamaya başladım. Sanki en başından beridir bir insanmışım ve yaşamışım gibi hatıralar gelmeye başladı zihnime. Hatıralarımda onunla ilk karşılaşmamızı, sevgili oluşumuzu, evlilik planları yapışımızı, bir akşam vakti korkuyla aramasını ve yolda bir aracın altında kalışımı ve ölüm anını hatırlıyorum, ve sonra geri döndürmeye çalışan doktorlar ile canlanma anını anımsıyorum. İçine girdiğim bedenin yaşadığı her şeyi hatırlıyorum.

Tanrı, onun sevdiği adam öldüğünde bedenini ve hatıralarını bana hediye etmişti. O aşık olduğu adama, ben aşık olduğum kadına kavuşmuştum. Tanrı, bir şeytanı bile aşkın hatırına affetmişti.

“Tanrım, beni affet!”

12 Ekim 2009 Pazartesi

Susma



Bir şeyi kurtarmanın yolu onu top yekün yok etmek ve yeni baştan yapmak mıdır?
Yoksa kırık dökük ne kaldıysa sahip çıkıp, hatırasını korumak mıdır?

27 Eylül 2009 Pazar

Suskunluklar yetmez mi?

Blog yazmaya başladıktan sonra elime kalem alıp da 2 satır yazmak zor gelir oldu. Oysa yanlış yazılmış bir kelimenin, değiştirilmiş bir cümlenin üzeri karalı görüntüsü çok hoştur. Çünkü emek harcandığı ayan beyan ortadadır. Kalem ve kağıt samimiyet doğurur. Bir bilgisayarın başına geçip yazıp silip [back space] tekrar yazıp tek bir iz bile bırakamamak acıdır. Biraz Umut Sarıkaya vari bir hüzün oldu bu ama kalemi, kağıdı, kalem yemeyi, karalamayı, düşünürken kağıdın köşesine bir şeyler çizmeyi çok severim ve bu sevgiyi kaybetmek üzereyim.


Kitaplığımın üst rafında ajandalarım durur. Sağdan soldan hediye gelmiş, fi tarihinin ajandaları [ziraat bankasının ajandası var ne alakaysa :) ]. Genelde şiir yazmak için kullanırım. Yaklaşık 10 tane ajandam olmuş. Hepsinde de bir şeyler yazılıdır. Bir aralar bunlarda yazılı olanları fatihcelik.net'de yayınlardım. Gel zaman git zaman soğudum buraya eklemekten. Şimdilerde de pek bulaşmıyorum şiire.

******************

FriendFeed'ten Tuğçe Bilgin düşürdü aklıma: 3D animasyon. Daha üniversite tercihlerini yaparken Tıptan bir anda Bilgisayar Mühendisliğine dönmüştüm. 9 tercihimin hepsini de Bilg.Müh. yazmıştım. Çünkü o zamanlar animasyon filmi yapacağımı düşünüyordum. Keyifli bir meslek olacaktı güya. Ama daha hiç bulaşamadım. Yarın Cinema 4d yükleyip küçük bir girişimde bulunabilirim. İşe yarar bir şeyler çıkardığımı görürsem devam ederim. Teşekkürler Tuğçe, iyiki hatırlattın :)

****************


Bir bankın yalnızlığını paylaşmaksın Bahariye 'de
Saatlerce papuçların sessizliğini dinlemeksin
Bazen sahili görmemeksin düşercesine
ve hatta gözlerini kapatıp su üzerinde yürüyememeksin
senle dolu yaşları bir anlığına
gözlerimde görememek
ve hayata kendi dilinde
yalan söylemeksin.

Salıncakla göklere değmek istersin
yaşsız bir çocuğu sallarım ellerimle
bulutlara dokunup düşersin

Biliyorum
bir yerde adı "geçmiş" 'tir anıların
ve arkana bakmamaktır seni yaşatan

Zamanı bozdurursun sarraflara
gelecek senindir ne de olsa
Gelmeyecek Sensin

- Fatih Çelik / Suskunluklar yetmez mi? -

24 Eylül 2009 Perşembe

Eksik bir şey mi var?




Evden bir yere gitmek üzere çıktığınızda... bir şeylerin eksikliğini hissettiğinizde... sağınızı solunuzu, cebinizi, çantanızı kontrol ettiğinizde... hiç bir şeyin eksik olmadığını farkettiğinizde... ama hala bir şeylerin eksik olduğunu hissettiğinizde... ne yaparsınız?

Yolunuza devam edersiniz, değil mi? Ama bir daha o eve dönme şansınız yoksa ve eksikliğini hissettiğiniz şeyin ne olduğunu asla öğrenemeyecek, dönemeyecekseniz... o evi hep o eksikliğini hissettiğiniz bilinmezlikle anımsamaz mısınız?

Eksik bir şey mi var hayatımda...

24 Ağustos 2009 Pazartesi

Sevmek biraz da umut etmektir, hayal kurmaktır.

Çağırdığın zaman gelmiyormu? Bırak gelmesin, böylesi daha iyi. Onu yokluğunda sevmeye devam et bekle.Bekle ki, yüreğini özlemlerin en güzeli doldursun, bir ateş sarsın her yanını. Böylesine ateşler içinde yanarken bile, yanlız onu düşün, yaşam gücün onunla artsın. Farzet ki yanında, avuçlarının serinliği ellerinin sıcaklığına karışıyor. Gözlerinde eriyor gözlerin. Sana istediğin beklediğin herşeyi söylüyor. Seni sevdiğini, sensiz yapamayacağını. İnanacakmısın? Hayır değilmi? Çünkü seni sevmediğini ve sevemiyeceğini biliyorsun. Birbiriniz için yaratılmamışsınız. Apayrı dünyalarınız. O hep yalan söylüyor sana. Sen nasıl yıllardır onu aramış bulmuşsan, o da bir başkasını arıyor. Belki yarın bulacak, belkide hç bulamayacak. Ne değişir? Sen değilsin onun aradığı.

Boşuna aldatma kendini. Gülüşlerinden bakışlarından, yada gelişi güzel söylediği şeylerden bambaşka bir mana çıkarmaya çalışma. Bu gelen o değil diyorum anlasana. O hiç gelmeyecek sana. Daha çok bekleyeceksin. Sevmek biraz da umut etmektir,hayal kurmaktır. Birgün geleceğine inanıyormusun? Onunla avut kendini. Ama düşün, hiç gelmeyeceğini anladığında, yıkılışında büyük olacak. O zaman kendini anne yanlızlığının kollarına atacak, ağlayacaksın. Seni teselli etmeye yanlızlığın da gücü yetmeyecek artık. İster istemez ölümü düşüneceksin. Fakat ölüm bile seni istemeyecek, kabul etmeyecek. Çeşitli sebepler yaşamanı gerekli kılıyorsa, nasıl ölebilirsin? Görüyorsun ya, ona bir an içinde olsa seni kaybetmenin acısını tattıramayacaksın. Çaresizliğin bu kadar derin işte.

O bir gün yanılıp sana gelse bile, sadece şekil olarak gelecek. Onu hep bir başkasıyla paylaşmak zorunda kalacaksın. Eti seninle olacak, ruhu başkasıyla. Hiçbir zaman onun bütününe sahip olamayacaksın. Aranızda hep bir perde bulunacak. Kara kapkara bir perde değil yırtmaya onu bir parça aralamaya bile gücün yetmeyecek. İkinizde ayrı ayrı oyunlarınızı oynamaya devam edeceksiniz. O senden habersiz sen ondan habersiz... Söyle, bu kupkuru beraberliğin bir tadı varmı? Bu ruhsuz kavuşma hüzünden ve iç kırıklığından başka ne getirdi sana?

Öyleyse bırak hiç gelmesin. Böylesi daha iyi. O senin özlemlerinin içinde güzel. Gelirse büyü bozulacak. Karşında onu değil bir başkasını bulacaksın. Sana en uzak haliyle en yakın olacak bir başkası! Bulduğunu sanma, yanılıyorsun. Onu aramaya devam et, en iyisi aramak...

Ümit Yaşar Oğuzcan - aşka dair nesirler

18 Ağustos 2009 Salı

Cızırtı

Bir sigara daha yaktım işte, ucuz bir şiirin hızlıca tüketilmesi gibi kültablasına değmeden sönecek az sonra. Kötümser değilim, hiç olmadım. Yalnızca iyimser olmayı beceremedim. Yazdığım her yazıya bir tutam hüzün kattım, güzelin, iyinin değerini anlayayım diye. Ne yazsam uzun oldu, durduramadım kalemimi, kısa tutmayı beceremedim.

güzel
bensiz
de
güzeldi

yalnızca bana ait kelimelerle anlatayım dedim. Sen, kalemtraşım, tükettin kalemimi.

Yaz, yaz, yaz... Nereye kadar demiyorum, nereye kadar sürerse. Çünkü söylendiğinde yok olmuyor kelimeler.

Düşün, düşün, düşün... İşte kötü olan bu. Çünkü pili bir anda bitiveriyor insanın. Yorgun bir radyo gibi cızırdıyorum sadece.

zır
yor
um

12 Ağustos 2009 Çarşamba

Mutlak



- Yazarım sana
- Yazma! O zaman... O zaman bekliyo insan, hem buraya çok az insan geliyor, çok insan gidiyor, kalan da bekliyor ama bazen çok uzun bekliyor. Yani, hani mesela zannediyosunki bi yoldan birisi gelecek, boş uzun bi yol... devamlı ona bakıyosun... sonra hiç kimse gelmiyor.
Yazma arkadaş!
- Ben seni hiç unutmayacağım

Vizontele Tuuba - Yılmaz Erdoğan

Her yol sana çıkıyor, dönüp dolaşıp sana varıyorum. Bir anlam arıyorum sanki ayağımın değdiği yollarda, bir köşe başında, sokak lambasının aydınlattığı bir kaldırımda, bir gelecek arıyorum seninle mazisi olan.
"işte burada, seninle, çay içmiştik" demek için, sadece bir bardak çayı kutsallaştırabilmek için bunca çile, sesini kulaklarıma, gözlerini gözlerime yurttaş kılabilmek için.

Sözcükler azaldığında çoğaltamıyorum bir türlü. Her ne desem dostça gelecek kulaklarına, bir şiir okusam başkası zannedeceksin bahsi geçen birinci tekil şahsı. Havadan sudan konuşsam bu sefer dar gelecek anlattığım yerler, boğulacağım. Hiç bir lügat çare olmayacak suskunluğuma, bir tek sen... Bir tek ellerin çözebilecekken dilime vurulan kilidi, uzanıp tutamayacağım. Dert olmaya başlayacak yutkunduğum sözcükler ve ben hep gelecek zaman eki kullanacağım yüklemlerimde, bir gün pişman olacağımı bile bile.

Boş bir yolu gözlüyor gibiyim... Baktıkça daha uzun gelen, karanlık çöktü mü nerede başlayıp nerede bittiğini kestiremediğim, çıkıp yürümeye korktuğum ve bir ucunda avazım çıktığı kadar bağırdığım bir yolu izliyor gibiyim. Bir ihtimale bütün mutlakları feda etmiş delinin biriyim. "Ya bir gün o yoldan çıkıp gelirsen"...

Bu belki sevmektir bir yerde, belki unutamamak
Bu, kişinin kendi içinde eriyip, yok olmasıdır
Bilmesen de anlamağa çalış biraz, ne olur.
- Unutamamak / Ümit Yaşar Oğuzcan -


11 Ağustos 2009 Salı

Çooook çalışmak lazım çooookkkk....



Çok çalışmak istiyor bir tarafım, friendfeed facebook'a, facebook'un küçük bir kısmı Microsoft'a, Youtube Google'a, Sun Oracle'a satılmışken, ulen bizim neyimiz eksik de yapamayalım diyorum. Tamam onların çok paraları var ya da imkanları, ama biz de Türküz be abicim, bizi gazlamak istersen yapamayacağımızı söyle yeter. Yaparız bak, söylüyorum buradan, hem de kralını. Çok çalışmak istiyorum çünkü bir şeyler yapmamız gerektiğini düşünüyorum. Uzun zamandır friendfeed ve facebook kullanan birisi olarak keyif aldığım bir gerçek amma velakin "ben niye yapmıyorum böyle bir şey" de demiyor değilim, ankaragücüme gidiyor böyle yaşamak ey okuyucu.

Çok çalışmak istiyorum ama bir taraftan da çok fena rehavete kapıldım gidiyorum. Geldi bahar ayları gevşedi gönül yayları hesabı, çok pis kışa bileniyorum. Şöyle kafayı gömüp 2 günde bir web2.0 uygulaması yazabilirim bu gazla o derece yani. Hem yavaş yavaş alt yapılarını da hazırlıyorum, şöyle üç beş tane site açayım aynı kod farklı arayüzle, bir kaç İngilizce bir kaç Türkçe. Nolcak abicim taş atıp da kolum mu yoruluyo, sonra en çok tutana yüklenirim. Denemekten kime zarar gelmiş. Bak yaş da aldı başını gidiyo, sonra demezler mi "efendi efendi kalk iki dakka bilgisayar başından da çocuklara göz kulak ol", hazır bekarken ve melül melül bakarken bir şeyler yapmalı.

Şaka bir yana Türkiyede artık dünya çapında işler yapılmalı. Bilgi birikimi varken vizyon kazanmanın yolları aranmalı. Üniversitelerimiz piyasaya programcı (coder) yetiştirmek yerine yaratıcılığı ön plana çıkarmalı, farklı düşünenleri yargılamayı bırakmalı. Zaten ileride bilgisayar mühendisliği nasılsa inşaat işçisinin çağdaş haline bürünecek ve üniversiteler (afedersiniz) amele pazarına dönecek. Bu döngüyü kırmanın yolu salt programcılıktan vizyon sahipliğine uzanmalı.

Gerçekleşmesi zor bir şey söylediğimin farkındayım, hatta gerçekleşmeyeceğini de az buçuk kestiriyorum, öyleyse ne yapmalı, gemisini kurtaran kaptan olmalı.

Ey girişimciler, eteğinizde ufak tefek ne kadar taş [yani fikir] varsa dökün ortaya, sonra "şerefsizim benim aklıma gelmişti" diye yanmayın.

Gezdiğiniz sitelerde detaylara yoğunlaşın. Eski trend koskoca bir web sitesi [Kominitesi, forumu, mesajlaşması, arkadaşlığı, satışı, alışı olanlar] yapmakken artık bu koca sitelerin küçük parçalarından [Sadece statü, durum güncelleme, sadece arkadaşlık, sadece forum, vs...] bir site yapmaya doğru gidiyor. İyi gözlenmeli, internet kullanıcısının nabzı tutulmalı [en azından etrafınızdaki kişilerden] ve taşı gediğine olmasa da bir yerlerine oturtmalı. Hayda bre, kim tutar bizi...

13 Temmuz 2009 Pazartesi


onu, sevebileceğinin en yücesiyle sevdin.
titreme daha fazla kalbim.

bağışla kendini artık onu da
bırak gitsin.
bırak gitsin.

o senin ezel gününden kaderin
sen onu nasılsa bin kere daha
seveceksin

- Birhan Keskin -



24 Haziran 2009 Çarşamba

İş Takibi & Yönetimi

Öncelikle uyarayım yazı biraz sektör bazlı olabilir, siz de kendi sektörünüzü göz önünde bulundurarak bağlantı kurabilirsiniz.

Yaklaşık 8 yıldır aktif olarak Yazılım sektöründe çalışan biri olarak sektörde gördüğüm "Terzi" ve "kendi söküğü" mevzusuna değinmek istiyorum. Yani her yere sistemler kuran yazılım firmalarının kendilerine bir iş takip ve yönetimi sistemi kuramamalarını anlatacağım bu yazımda.

İş takibi ve yönetimi nedir?
Yapılacak olan işlerin çıkarılması, belirlenmesi, zaman ataması yapılması ve eldeki kaynaklarla ne kadar zamana yayılacağının / ne kadar sürede yapılacağının kararlaştırılmasıdır.

Zor mudur?
Oldukça.

Tanım gayet basit, yapılacaklar da basit görünüyor. Ama yapılmasını ne zorlaştırıyor? Asıl mesele de burada yatıyor zaten. Olaya 2 açıdan bakmak gerekiyor.

1. Yöneticilerin açısından
İş takibini ve zamanlamasını yapabilmek için yöneticiler işlerin neler olduğunu bilmelidirler. Bilinmeyen üzerine plan yapmak intiharla aynı anlama gelir. Belki bir müddet işler yolunda gidiyor gibi görünse de mutlaka bir yerlerde "yönetememek" ile karşı karşıya geleceklerdir. Bunu önlemek için zeki yöneticiler çeşitli sistemler kurmaya çalışacaklar, bir kısmı başaracak bir kısmı pes edip eski sistemsizliğe dönecektir. Sistem dediysem gözünüzde çetrefilli bir oluşum canlanmasın, genelde yapılanı söylecek olursam: Excel. Microsoft'un bir mucizesi olan, ve eğer yapılmamış olsaydı hala karanlık çağlarda yaşıyor olacağımızdan şüphem olmayan kutsal program [Bir çok şirket finans hareketlerini bile bunda tutuyor]. Ha bir de Outlook, Excel dosyaları ile atıp tutmaca oynayabilmek ve e-posta çöplüğünde boğulmak için. Ama en azından bir çözüm. Başka çözümler de var elbette. Outlook'un "Task List" kısmı mesela, oldukça iş gören bir çözüm, en azından merkezi bir yerde tutulabiliyor olması artı özellik.

İşin içine müşterinin girdiği ve işlerinin durumlarının ne olduğunu öğrenmek istediğinde işler biraz daha alevlenir. İşte bu noktada merkezi + her yerden ulaşılabilir + geri beslemeli bir sistem gereksinimi çıkar ortaya. İşler buraya yazılır, gelişmeler güncellenir, müşteri ve yöneticiler gelişmelerden haberdar edilirler. Gelinmesi gereken nokta budur. Ama sadece yapılan işler değil yapılacak işler de burada durmalıdırki yönetici plan yapma yetisine kavuşsun. Her şey burada yazıldığı gibi yapılsa aslında herkes mutlu olur, değil mi? Daha doğrusu işler daha hızlı ve bilinçli yürür, sürprizler en aza indirilir, müşteri ve çalışan memnuniyeti sağlanır, kimse yarın ne yapacağımı düşünmez. Ama yine de bunu sağlamak insan faktöründen ötürü çok zordur. Nedenini 2. maddede anlatacağım.

2. Çalışanların & Müşterilerin açısından
Hizmet alan ve veren kişiler bir iş bekliyor ya da ortaya koyuyorsa hangi noktada olduğunu bilmek ister. Bir text dosyası, bir kutsal program (Excel) dosyası açılır, pek bir standarda uymadan bodoslama işler yazılır. İşlerle alakalı gelen mailler Outlook'da durur, dosyalar bir klasöre atılır ya da Outlook'da durmaya devam eder, yapılan işler detaylandırılmaz, başka zaman okunduğunda ne anlatılmak istenen anlaşılmaz [kendi yazdığı halde], telefon görüşmeleri yapılır arada ek işler çıkar ya da işler kapanır not düşülmez, aynı zaman diliminde birden fazla iş yapılmaya çalışılır ama sürekli bölündüğünden yapılan anlaşılmaz akla gelen detaylar unutulur... İyi kötü herkes kendine bir sistem kurmuştur ama ihtiyaç durumunda bir iş ile alakalı metaryalleri toplamak cehennem azabına dönüşür, "X dosyasını nereye koymuştum" "Mailde bana bir şey demişti ama bulamıyorum", vs... Ama herkes kendi tarafını bilir. Yani aslında iş takibinden çok "ben ne yaptım"dır yapılan. Sonrasında süreki şöyle şeylere rastlarız: "Ama böyle dememiştiniz! Biz şöyle şöyle yaptık", "Biz öyle bir şey istemedik, şöyle şöyle olmalıydı".

Yine merkezileşmeye gelip çatarız burada da. İş takibini aslında müşteri ile yapılan mutabakat olarak görmekte fayda vardır. Merkezi bir yerde tanımlanan iş hakkında ne gerekiyorsa bu merkezde toparlanmalı, müşteri ve işi yapmakta olan her adımda mutabık olmalı ve yanlış anlaşılmalara mahal vermemelidirler. Hem de yöneticiler olan bitenden haberdar olmalı, yapılmış işi tekrardan yaptırmaya uğraşmamalı, yapılmayacak olanı kapatmalıdır. Ama bu sistemin zor olduğunu insan faktörü ile açıklamıştık. Nedeni ise şu:

Müşteri her zaman telefonla, konuşarak işini yaptırmak ister. Sizin elinizde milyon dolarlık bir iş olsa bile müşterinin 1 dolarlık işi kendisi sıralamada en önemli olandır. Çünkü burada önemli olan mebla değil, "para" terimidir. İşini yaptırmak için de baskı kurmak ister. Açar telefonu "Şöyle şöyle bir işimiz vardı, ne oldu?... Ama çok acil" Bir kere her iş müşteri tarafından acil olarak gönderilir ve hemen yapılması istenir. Sıkıntı müşteriye merkezi sistemi kullandırtmaktır. Hadi kullan dersiniz, bir kullanır iki kullanır eğer hemen tepki almazsa bir daha kullanmaz, yine açar telefonu. Bu noktada şirket yönetimi devreye girmeli, müşteriyi ve müşterinin aradığı kişileri zorlamalıdır. Bunun malesef başka bir yolu yok.

Çalışan için sıkıntı ise bir kaç çeşittir. Yönetimden müşterinin telefonlarına çıkmaması ya da merkezi sisteme yönlendirmesi doğrultusunda baskı gördüğünde genelde yapmaz / yapamaz. Utanır, sıkılır, nasıl söylerim der. Ama o da yapmak zorundadır, müşteriyi başka türlü sisteme alıştıramayız.
Çalışan işine karışılmasından pek hazzetmez. Yaptığı işin takibinden hazzetmez daha doğrusu, birisinin film izlerken başınızın üzerinde dikilmesi ve çekirdek çitlemesi gibi bir şeydir aslında. İlk başlar hep zordur. İşlerin sisteme girilmesinden, yöneticinin iş hakkındaki bilinçli yorumlarından, heleki iş kötüye gittiğinde saklanacak bir yeri kalmadığından uzak kalmayı tercih eder, çünkü o küçük Excel dosyası ile mutludur, her işini görmektedir. Ta ki bir kaç kişi ile beraber iş yapmaya başlayana kadar. Bir yerde sorunla karşılaştığında diğerlerinin buna dair ne yaptığını bilmez, bilmediğinden her şeyi baştan kontrol etmek ya da şansına güvenip bir şeyler yapmak zorunda kalır. "Keşke ne yaptılar bilseydim" der. Bu da bizi yine merkezi sisteme yönlendirir.

Merkezi sistemin kurulmasından ilk başlarda kimse memnun olmaz. Yönetici, müşteriden ve çalışandan, Müşteri yöneticiden ve çalışandan, çalışan her şeyden yakınır. İşin kilit noktası sabırdır. Biraz sabredilirse neticeden herkes mutlu olur ve böyle bir sistemin yokluğunu düşünmek bile istemezler [kendimden biliyorum, aşağıda değineceğim].

Yönetilebilir bir sistem eninde sonunda herkesin işine gelir.

Kendimden biliyorum dedim ya, zamanında Nilaccra Bilişimde çalışırken kendi yazdığımız "Collaboration System" ile işlerimizi takip ederdik. Müşteriye ve kendimize bunu alıştırırken çok zorlandık, reddettik hatta. Ama yöneticimizin dikteleri ile kabullenmek zorunda kaldık, iyiki de kaldık. Bir akşam işten çıkarken ertesi gün ne yapacağımızın bilinci ve rahatlığı ile ayrılırdık işten. Şimdi ise o sistemi kullanmıyorum ama Outlook'da Task List ile planlama yapmaya çalışıyorum, bir de MBIS'e yaptığım sistem ile şirket geneli işleri takibe başladık. Sanırım kullananlar hoşlanmaya başladılar.

Her zaman yenilikler sancılı olur. Sancı var diye çocuk doğurmaktan vazgeçilemez, o çocuk doğacaksa mutlaka acı verecektir. Önemli olan bu dönemde herkesin daha anlayışlı olmasının gerektiğidir.

Malesef yazılım sektörü bu anlatılanlara ve bu merkezi sistemin yokluğuna sahip bir sektördür. Bir çok firma, kendi sektörüne layık olmayan şekilde işleri yürütmeye çalışmakta, planlama yapamamakta, herkese acı çektirmektedir.

Sözün özü: İş yapmak, işi başarıyla bitirmek demek değildir. Sonu kötü bitse bile işi yönetebilmektir.


23 Haziran 2009 Salı

Uçurum

Ne bir iz kaldı senden
ne de bir ses.
İspat edemem varlığını önce kendime,
Yok da diyememki meçhule kızar gibi.
Sadece inanmak kalır geriye.
Tanrıya inanmak gibi, cennete, cehenneme.

Susmak hiç bir şeye çare değil.
Gözleri dağlamak kör etmiyor insanı.
Saklanmak, gizlenmek de değilmiş öğrendim.
Kar etmiyormuş sevmek,
denizin, balığı sevmemesi gibi.

İnanmak,
gözün gördüğünü, kulağın duyduğunu
İnandığın şeye yormak mıdır?
Yoksa bütün gerçekleri yok sayıp
bir düşe bağlanmak mıdır?
Ya da haklı olduğunu göstermek için
uğrunda savaşmak mıdır?

Sevmek ilahi bir kudretin verdiği hak idi.
Sevilmek hiç bir kudretin müdahil olmadığı mükafat idi.
İnanç ise bir köprü bu ikisi arasında.
Sessizliğin uçurum o köprünün altında.

22 Haziran 2009 Pazartesi

Hayat anlamsız mı?

Sesimi yutacak bir uçurum ararım bazen. Kusar gibi, kendimden geçmiş gibi, var gücümle bağırmak isterim. Her bir kelimenin düşerken çıkardığı sesi duymak isterim, bir merminin kulağı sıyırıp geçerken çıkardığı gibi. Küçük günahlarımdan devasa bir cehennem yaratırım kendime, Tanrıdan korkarım bir taraftan, yaratmak kelimesinden de.

Bir sebep ararım hayatın ucunu bağlamak için, bir taraflara tutturup sağlamlaştırmak için. Bilmem hayatın ne kadar sağlam olduğunu, bilmem ömrün ne kadar kırılgan olduğunu. Tesadüflere yoramam yaşanan onca şeyi. Yorulurum evirip çevirdikçe.

Her şey kötü görünür gözüme, saçımda parlayan beyazlar yaşlandığımı müjdeler, her sabah uyandığımda dünya daha bir değersiz görünür gözüme. İnsan kendi için yaşadıkça yaşamanın gereksizliğini anlıyor ya belki de başka başka insanlara adamalı kendini aldatılacağını bile bile.

Bilmem ama işin sırrı belki daha iyide değil, daha kötüde. Daha güzele, daha uzuna, daha yakışıklıya, daha moderne bakmakta değil yaşamın değerini anlamak, çünkü sonu yok, çünkü insanın sonu var. Kendinden kötüleri gördükçe kendi mutsuzluğunun anlamsızlığını anlamakta, katıldığı cenazelerde yaşamanın, soluk almanın güzelliğini anlamakta yatıyor sanırım hayatın anlamı.

Sesimi yutacak bir uçurum ararım bazen, çünkü anlamsızdır yakınmalarım. Ben ne yiyeceğime karar verememişken, kebap ile "fast food" arasında gidip gelirken, yandaki meyve sebze halinin çöplüğünden "rızık" çıkarmaya çalışan insanları gördükçe ahmaklığımı anlarım. Utanmak kelimesinin en az açlık kadar öldürücü olduğunu benden daha iyi bilen insanları gördükçe...

Bir filmde geçen cümleler gelir aklıma: Ernest Hemingway bir keresinde "dünya güzel bir yerdir ve yaşamaya değer" demişti, ben ikincisine katılıyorum.

Hayat ne kadar anlamsız görünse de anlamlı olmak zorunda bir yerde. Eğer öyle hissetmiyorsak sanırım varmadık o yere ya da geçtik ve farketmedik. Daha kötü durumdaki insanlara bakmalı, acılarını paylaşarak acılarımızı azaltmalıyız belki de. Medeniyetin yarattığı modern ama amaçsız tekil bireylerinden vazgeçip, ilkel çağların samimiyetine sarılmalıyız belki de.

Sizce?

20 Haziran 2009 Cumartesi

Akşam olsa da yatsam

Bugün Cumartesi, yapacak çok fazla işim var ama aylaklık ediyorum sabahtan beridir. Friendfeed'den başlıyorum tura o blog senin bu blog benim okuyorum. Bu gezintiler esnasında fery'nin blogunda bir parçaya rastladım, Gökhan Türkmenin "Büyük İnsan" klibine. Çok hoşuma gitti, öteden beridir farkına varıyordum aslında, ben hikayesi olan, bir şeyler anlatan şarkıları daha çok seviyorum. Dinlemeyenler için gelsin:



Bekir Coşkun'a uğradım daha sonra. Diyorduki:

Kadınlar bir gün çekip gittiklerinde, peşlerinde ’yetim-öksüz’ kalan çok olur.

Mutfaktaki dolap, perdeler, kavanozun içindeki eski düğmeler, özenle saklanmış küçülmüş giysiler, dolap diplerindeki kurdeleler...

Çekmecenin dibinde artık kimsesizdir eski tarak.

Sabah karanlığında mutfaktan gelen tıkırtılar susar, yetim kalmıştır tabaklar.

Bir kadın gittiğinde hep suyu unutulur saksıların.

Sık sık boynunu büker ’sarıkız’.

Teki kalmış o eski bardağın anlamını bilen olmaz, değerini kimse anlayamaz krom hac tasının.

Balkon artık sessizdir.

Koridor kimsesiz.

Bir kadın gittiğinde...

Bir kadın gittiğinde ne çok kişi gider aslında; bir ağır işçi, bir temizlikçi, bir bakıcı, bir bahçıvan, bir muhasebeci...

Bir anne gider...

Bir dost...

Bir arkadaş...

Bir sevgili...

Ne çok kişi yok olur aslında, bir kadın gittiğinde..

...Hep böyle olur; bir kadın gittiğinde; övgüler, uyarılar, yakınmalar, dualar yetim kalır.

Kapı eşiğindeki ’Dikkat et...’ler duyulmaz, annesi gitmiştir ’geç kalma...’nın.

Kadınlar, arkalarında büyük boşluklar bırakarak giderler.

Bir kadın gittiğinde pek çok kişi gitmiştir aslında. Ve bir kadın gittiğinde pek çok ’yetim’ bırakmıştır arkasında...


Tadım çekirdek aldım 1 liralıklardan var ya ondan işte. Çıt çıt çıt geziyorum blogları. Bir taraftan da eski zamanlar geldi aklıma. Turkcell'e RSS ile ilgili bir proje götürmeyi düşünmüştük bundan 3-4 yıl önce, blogun ne demek olduğunu da o zaman öğrenmiştim. Ama tabi yaygın değildi, hatta örnekler azdı (En azından Türkiye'de) şimdi ne kadar çok kullanan var. Ne kadar çok eli kalem tutan, sözcükleri kullanmasını bilen, yetenekli arkadaşlar varmış. Keyifle takip ediyorum kendilerini.

Daha blog turum bitmediği için gün içerisinde bu yazıya ek yaparım herhalde :)
Dışarısı ne güzel oysa yaaa... ama arkadaşların hep işi var ben de güneşin alnında tek başıma dolaşmak istemiyorum. Biraz daha sıkılırsam gidip sahilde çay içeyim bari ya da sinemaya gideyim. Öyle işte sayın okuyucu, güzel bir günde evde tıkılıp kaldık. Akşam olsa da yatsam :)

18 Haziran 2009 Perşembe

En az 2 kişilik

Yapılan her davranış en az iki kişiliktir. En az iki kişi sonuçlarına katlanır, bu da her bir davranışın en az iki perspektif açısından görülmesi demektir. "Benim kararım, kimse karışamaz, sonuçlarına katlanırım" demek bencillikten ileri gitmez. Kimi zaman bencil olmak gerekebilir ama bunu yaşam tarzı, alışkanlığı olarak ortaya koymak sakıncalıdır.

Elbette bütün kararlar herkese mutluluk getirmez. Ama mutsuzluğun derece, boyut ve süresi de önemlidir. Bırakacağı izin derinliği önemlidir. Eğerki alacağınız karar sizde az, başkasında çok yaralar açıyorsa, belki de yapmamak en doğru olandır.

Kararlarınızı alırken değer verdiğiniz insanları göz ardı etmeyin. Çünkü onların mutsuzluğu sizlere hiç bir zaman mutluluk getirmez.

Kararlarınızı verirken mümkün olduğu kadar başkalarının gözüyle de kararınızın doğruluğuna yanlışlığına bakın. Bazen bulunduğunuz şartlar çok yanlış şeyleri çok doğruymuş gibi görmenize neden olur. Önemli kararları eğerki bir başkasının gözüyle değerlendiremiyorsanız en azından güvendiğiniz bir kişiyle konuşarak değerlendirin. Çünkü yapılan davranışın telafisi olmayabiliyor.


17 Haziran 2009 Çarşamba

Karar almak & vermek

http://www.facebook.com/video/video.php?v=76543633774&ref=nf

Ne kadar çok seçim yapmak zorundayız. Eve hangi yoldan gitmeliyim? Yemeğe kaçta çıkmalıyım? Üzerine çay içmeli miyim? Ne yemeliyim? Arasam mı? Beklesem mi? Yatsam mı? Kalksam mı? Hangi filmi izlesem? Hangi müziği dinlesem? Akşam arkadaşa mı gitsem? Hangi gömleği giysem? Yürürken kolumu sallasam mı? vs...

İnsan olmak zor be! Bir bakıma karar almak düşünmek demek. Düşünmek de yorucu bir aktivite olduğuna göre çok yorulan insanlar çok karar alanlardır çıkarımını yapmak yanlış olmaz herhalde.

Bazı kararları almak zordur, hatta akıl olarak çok zorlanır, düşünür taşınır bir yere varamayız. "Ne olacaksa olsun"a geliriz en nihayetinde. Çünkü o kararları almaya çalışmak müneccimlik yapmaya benzer. Yanlış film seçiminde 2 saatiniz heba olabilir ama yanlış kişiyle evlendiğinizde bir ömür telafisi olmayacak şekilde berbat olabilir. Ya da tam tersi. Ama işin zor kısmı bunu evlenmeden bilemiyor olmak.

Evlenmek dedim ama mevzu mühim o açıdan yani. İnsanın hayatında aldığı en önemli kararlardan biri. Diğeri de meslek seçimi. Gerçi bakarsak kim çalıştığı mesleği mantıklı bir karara vararak seçtiki! Bir sınav sonucunda yerleştik bize "en uygun" mesleklere. Belki de evlilikte de böyle bir şey olmalı :) Ne bileyim evlendirme daireleri bu sene x kişi evlenecek deyip sınav yapmalı aynı yüzdelik dilime düşen kadın ve erkekler birbiriyle evlenmeli. Ohhh! Dert yok tasa yok. Bir şey oldu mu at boku devlete.

- Böyle sistem mi olur kardeşim insanın hayatına 3 saatte yön veriyorlar.




Facebook Ads

Akşam üzeri Facebook Ads'e kaydettim filmarasi.com'u. Günlük 2$ ve click başına da 3 cent ödeyeceğim. Bu rakamları reklam veren belirliyor ama düşük olursa da bu züğürt olsa gerek deyip pek yayınlamıyor anladığım kadarıyla. Bir kaç saat oldu kaydedeli şimdiden 14 kez tıklanmış görünüyor, 41 cent de borçlanmışım :) ama siteye bakıyorum pek öyle gelen de olmamış.

Facebook akıllı ol, yeme beni!

Duet for Microsoft Office and SAP

Efendim bu hafta 4 günlük Microsoft eğitimi vardı. Konu, Duet denilen bir zamazingo. Aha da linki:

Afedersiniz verdiler elimize 400 sayfalık bir kitap, 3 gündür kurmaya uğraşıyoruz, yarın son gün. Dikkat edin kurmaya çalışıyoruz, yani hala kuramadık.

Peki nedir bu Duet?
Duet, Microsoft'un Office uygulamaları ile SAP'i entegre eden bir ara yazılım, yani bir nevi köprü. SAP'nin o buz gibi ekranına gitmeden HR, CRM, SRM ve bir iki ıvır zıvırın onay mekanizmasının, kontak görüntülemenin yapıldığı Office Add-in'i.

Client tarafında pek bir şey görünmese de arka tarafta neler dönüyor neler! Bu güzel olduğu anlamına gelmiyor tabi. Yaptığı işe nazaran arka tarafta kurulan sistem çok çok büyük, karışık, bakım maliyeti yüksek, hata götürmeyen abidik bir şey. Kursa katılan 20 kişi 3 gündür ne yaptığını anlamadı o derece yani. Problem Türklerde desek değil envai çeşit milletten adam var, hatta SAP'ın ana vatanından da insanlar var. Problem tamamen SAP'nin yazılım mantığında.

Microsoft tarafında konfigurasyonlar alışıldığı üzere kolay ama SAP Backend, Portal, Duet, vs... (var böyle bir kaç şey daha) içerisinde yapılan konfigurasyonlar hem çok fazla hem gereksiz. Gereksiz derken, program kuruyoruz kardeşim, benim doldurmama gerek olmayan alanları doldur geç, ben de keyfime bakayım, herşeyi neden programı kurana yüklüyorsun? Ayıp yahu! Allah Basis'çilere sabır versin diyorum. İllet bir şeymiş onu anladım.

Tahminimce bu da SAP'nin pazarlama fikirlerinden geliyor. Şöyleki: programları kurmak ne kadar karmaşık olursa, çalıştırmak, bakımını yapmak ne kadar zor ve karışık olursa o derecede danışmanlık satılabilir. Şu da bir gerçekki SAP sadece program satsa idi bu kadar büyük olamazdı. Eli kolu bu kadar uzamazdı.

Bir yazılımcı olarak SAP'nin ürünlerinden hiç hazzetmiyorum bu da tarihe not düşüle!

25 Mayıs 2009 Pazartesi

Yeti

Bazen söylenecek çok şey olduğu halde cümleyi toparlayıp mantıklı bir şeyler söylemek zor gelir. Yaşamın kendi dilinizde söylediklerini bir tek siz anladığınızdan bir başkasına anlatmaktan daha doğrusu anlatamamaktan çekinirsiniz. Ya anlamazlarsa, ya yargılarlarsa? Cümle bir türlü toparlanamaz çünkü anlamayacaklarını ummak anlamalarını beklemekten daha garantidir.

Modern insan sırlarını paylaşmaktan köşe bucak kaçmakta ve kalabalıklar içerisinde yalnızlığa sürüklenmekte. Yani biz, modernizmi isteyen ama modern oldukça teknolojinin ve kültürün son kademelerine ulaştıkça yalnızlaşan insanlar Facebook'ta olduğu gibi arkadaş adedi ile sosyalliğini ölçen biçareler yalnızlıktan kurtulamayacağız. İnternet ortamında "chat" yaparken türlü gizli kapaklı sırlarımızı "elin adamına/kadınına" anlatırken, yanı başımızdakilerle, dost dediklerimizle "geyik" muhabbetinden öteye geçemiyorken, hak etmiyor muyuz sizce de yalnızlığın çirkin yüzünü?

Bir anlamda da dertlerimizi ve sevinçlerimizi paylaşmıyor olmak kendi öğretimimizin de önüne geçiyor gibi. Şunu biliyorum ki aklınızdaki bir soruya yine siz cevap verebilirsiniz ve çoğunlukla bu cevap bir başkasına anlatırken karşınıza çıkar. Çünkü kendi kendinize konuşurken hep aynı sınırlara çarparsınız, yılların, çevrenizin, ailenizin, dininizin, milletinizin koyduğu ve sizi o yaşa getiren, sınırlayan kabullere çarpar ve çıkamazsınız. Bir başkasına anlatmak ise onun sınırlarını tahmin edemediğiniz için daha geniş düşünmenize yol açar. Facebook nesli olarak sanırım en çok özgür düşüncenin faydalarından feragat etmekteyiz. 

Cümleleri toparlayamıyoruz çünkü dertlerden kaçmanın en iyi yolunun gülmekten geçmekte olduğunu zannediyoruz. Oysaki insanın en doğal davranışı ağlamaktır. Doğumla gelen bir hediye. Gülmek anlık olarak dertleri sümen altı etse de ağlamak öyle değildir, göz yaşı vücudun ürettiği salgıdan öte bir şeydir. Çünkü o an savunmasızsınız, güçsüz görünmek korkusunun ötesindesiniz, özgürsünüz, yargılanma algısını yıkmışsınız ve sizsiniz, hiç bir perdenin arkasına saklanma ihtiyacı duymazsınız.

Çağımız paylaşmanın "o an" ne yaptığını bir kutucuğa yazmak olduğunu düşünenlerle dolmakta. Çağımız yıllarca omuz omuza yürüdüğü insanları bir tehlike olarak gören, güvensizlik duyan, sırtını döndüğünde arkasından konuşan insanlarla dolmakta.

Yitirdiğimiz şeylerin bizi insan yapan temel elementler olduğunun farkında mısınız? Yoksa tersten mi yazmalıyım modaya uyarak? Daha çok ilginizi çekebilir böylece.

Bir bilişimci olarak "keşke yontma taş devrinde olsaydık" diyorum bazen. İnsanların farklı boyutlardaki kutular (tv, pc, vs...) içerisine kafalarını gömüp geri kalan her şeyi yok saymaları çok saçma geliyor. Ben küçülen dünyayı değil küçük dünyamı daha çok seviyorum ve bunun içerisinde konuşabileceğim, yargılamalarından korkmadığım, güvendiğim ve bana güvenen insanları istiyorum. Sanalın şekilsizliğinden ve güvensizliğinden hoşlanmıyorum ve hiç bir zaman da hoşlanmayacağım. Yan masaya rakı gönderirken bir butona tıklamak istemiyorum, bardağın dibini masaya vurup "sağlığına" demek dururken. 

Bazen söylenecek çok şey olduğu halde cümleyi toparlayıp mantıklı bir şeyler söylemek zor gelir. Kendinden uzaklaşmanı sağlayacak her söz ağızdan kolay çıkarken, bulmanı sağlayacak her bir harf zor çıkar. Hele ki konuşma yetisini kaybetmişsen...

24 Mayıs 2009 Pazar

Ertelemek



"Oysa hepsinin ötesinde en büyük hatam kafamda bitirdiğim ve bir gün mutlaka söyleyeceğim dediğim şeyi ertelemekti. Ertelemek. Sanki yarınınızdan eminsiniz gibi verdiğiniz o karar."

18 Nisan 2009 Cumartesi

Ali topu tutma sittir et.

- Başkaları yapabiliyorsa sen de yaparsın. Yapacağına inanıyorum.

- Hayatta en büyük eğlence başkasının yapamazsın dediğini yapmaktır.

- Zirvede her zaman bir kişiye daha yer vardır. O kişi sizsiniz.

Bu sözler bugün ehliyet sınavına girdiğim İLK ÖĞRETİM okulunun (Çiğrem İÖO / Beykoz) sınıfında duvarlara asılmıştı. Vay be dedim, "Ali topu tut"tan sonra baya yol almışız. Tebrikler sayın öğretmenim ve okul yöneticileri.

11 Nisan 2009 Cumartesi

Soru

Nerede başladığını bilmediğiniz bir şeyin nerede biteceğini kestirebilir misiniz?

3 Nisan 2009 Cuma

Aidiyet

Ey Zaman! Var mıdır sana sahip olan?

İnsan gerçeği, hiç bir şeye sahip olamıyor ve hiç bir şeye mani olamıyor. Olabildiği sanrısı ile kendini aldatıyor. Ev, araba, para, eş, çocuk, anne, baba, kardeş, dost,... ve kendisi insanın.
Bizim olan tek şey, sahip olabildiğimiz, bize ait olan tek şey: bu an. Sonrası sadece bir olasılık.

Sayısal lotodan altı tutturma ihtimalinden bile daha az aslında bir saniye sonra hala yaşıyor olmamız. Çok şükürki kendini şansız addeden insanlar bile çok şanslılar aslında, sırf hala nefes alabildikleri için.

Peki kıymeti paha biçilemez olan bu anımızı nasıl değerlendiriyoruz? Kendi adıma söyleyim, kendisine beş para etmez deyip aşağılayarak. Neden? Çünkü kendi planlarımın çok gerisindeyim, hala aklımdakilere sahip olamamanın kederi içerisindeyim. Ne kadar nankör bir varlık şu insan. Sahip olamadığı ve belki de olamayacağı şeyler için üzüyor kendini. Oysaki mutlu olabileceği o kadar çok şey varki. Hala yitirmediği ve bahşedilen o kadar çok şeye, koskoca bir maziye ve o mazinin mimarı insanlara sahip. Mutluluğu aramayı bilmiyoruz galiba. 
İnsan gözünün önündekini göremez ya o hesap işte.

Annenize, babanıza, sevgilinize, eşinize, çocuklarınıza, dostunuza, kardeşinize onları sevdiğinizi söyleyin. Çünkü az sonra ne olacağını bilemezsiniz, olasılıklar dünyasında bir veda sözcüğüne yer bulamayabilirsiniz.
Size değer verenlerin kıymetini bilin, hiç bir mülk, size hissettirdiklerinden daha önemli değil.

Sahip olduğunuz şeyleri görmezden gelmeyin.

Aşk tutulması



- Bazen kendimi koskoca evrende o kadar değersiz hissediyorumki
- neden?
- Sanki yok olup gitsem hiç bir şey değişmezmiş gibi geliyor
- Ben bir yerde okumuştum, "her insan bir dünyadır" yazıyordu, yıldızlar ve onun yörüngesinde dönüp duran gezegenler, hepsi birbirinin etkisindeler. Hepsi birbirine bağlı bir zincir gibi. İnsanlarda böyleymiş aslında, bazıları yıldız, tıpkı güneş gibi, bazıları da gezegen, dünya gibi. Eğer ben bir dünya taşıyorsam yüreğimde sen de benim için bir yıldızsın. Ve eğer sen kayıp gidersen benim dünyam da yok olur. O yüzden Pınar sen çok değerlisin.

15 Mart 2009 Pazar

Hayat sadece...

Şimdi size bir site önereceğim, özellikle giriş flashı atlamadan izlemelisiniz.
Güzel bir site. Hayatın git gide anlamsızlaştığını düşünen benim gibi insanlara bir cevap niteliğinde.

Bilmem siz de böyle hissediyor musunuz?
7 yaşında ilkokula başladım 8 yıl boyunca ilköğretimi bitirdiğimi hayal ettim. 4 yılda liseyi bitirdim 18ime basacağım günü hayal ettim. Sonrasında zorlu bir 8 yıl ile bitmez gibi görünen üniversiteden mezun oldum. Yorgunluğu ile öldüreceğini düşündüğüm işimden ayrıldım daha rahat bir iş buldum. Şimdi rahatsız olduğum tek şey rahatım. Allaha bin şükür şikayet ettiğimden değil amaçsızlığımdan yakınıyorum artık. Amacım ne benim? Şubatta 27 yaşımı doldurdum. Nasıl geçti anlamadım, bir amacım vardı iyi yada kötü, peki ya şimdi? Ne hayal kurmalıyım? Evlenip çocuk sahibi olduğumu mu? Çok zengin yada çok popüler olup dünyada tanınır olduğumu mu? Parayı mı şanı şöhreti mi mutluluğu mu? Nedir bundan sonraki amacım yada şöyle söyleyeyim bunca zamana kadar yaptıklarımın bittiği yani geçmişte kaldığı bir durumda bundan sonraki noktalanmayacak amacım nedir? Sonu olan bir şey amaç edinilmeli midir? Amacım kimseyi karamsarlığa sürüklemek değil sadece düşünmenizi sağlamak. Ben kendi adıma düşünüyorum hayatın neresinde olduğumu, neresinden tuttuğumu.

Yukarıda bahsettiğim site diyorki "Hayat sadece bir sınavdır". Bana Recruit filmini hatırlattı. Orada da ana fikir "Everything is a test" diyordu. Sınavlardan ibaret bir öğrenim ve öğretim süreci yani. Ders anlatımsız soru cevap kitapları vardı ya OSS'ye hazırlanırken işte tam onun gibi. Çözdükçe öğrendiğimiz bir sınav. Geçmişe bakınca aslında haksız da olmadığını görüyorum. Başınıza gelen iyi yada kötü her şeyi yaşayarak öğrendiğimizi görüyorum. Ve görüyorumki her bir sınav bir üst seviyeye geçmek için bir aşamadır. İnanırsınız yada inanmazsınız neticede kendi hayatınızdır, ortada bir sınav olup olmadığını düşünmeyebilirsiniz, kendi kaderinizi kendiniz yazdığınızı, olan biten her şeyin tesadüfler silsilesi neticesinde olduğunu söyleyebilirsiniz, ama bu ölüm gerçeğini değiştirmez. Elinizden hiç bir şeyin gelmediği, hiç bir ilacın care olmadığı ölüm gerçeğini yok sayabilir misiniz?
Amaçsız çekilen her filmi eleştirmiyor muyuz? Böyle film mi olur demiyor muyuz? Peki bizim hayatlarımız bir filmden daha mı aciz? Ne için yaşıyor, kendi filmimizde ne anlatıyoruz? İşte bunları soruyorum kendime. Ne için yaşıyorum? Düşünüyorum öyleyse varım demenin varlığın amacını açıklamadığı gibi, nefes alıyorum öyleyse yaşıyorum da yaşama anlam katmıyor. Hayat bir şeyler soruyor ve bizden cevap(lar) bekliyor.
Geçenlerde izlediğim Son Ders: Aşk ve Üniversite "Sonra diye bir şey yok" diyor. Şimdiden başlamalıyız aklımızdakileri reele dökmeye çünkü sonra diye bir şey yok. Bilmiyoruz az sonra ne olacağını. Yaptığımız planların tutmayacağını bile bile plan yapmaya ne kadar devam edeceğiz, ki insan saniye sonrasını göremeyen, elinde sadece "an"ı olan varlık. 
Amacımız sadece "an"ın kıymetini bilmek mi olmalı?

Hazır "an"a sahipken düşünelim biraz.

14 Mart 2009 Cumartesi

Sen gibi bir ben

Uzun zaman sonra kalemi kağıdı elime alıp bir şeyler karaladım. Şairin hüznü kaynağıdır derler ya katılıyorum...



Sen gibi bir ben

Var olmamışçasına yaşadığım bir düşte, hapsolmuşum eski bir gülüşte...

Bir ömrü salıvermişim yağan yağmurun aktığı oluklara
Damla damla sızmışım farketmeden, bir ecza gibi
bir merhem gibi değmişim başkalarının yaralarına
kendime zehir olmuşum farketmeden, bir söz gibi
söylenivermiş adım alelade bir cümlenin içinde
surları yıkılmış bir şehrin teslimiyeti olmuşum
Mabedlerim yerle bir, ilmim fenim toz içinde
Bildiğim inandığım her şeyden bir an ile soğumuşum
Sen tutmamışsın, çekmemişsin beni ateşlerden
Rüzgar esmiş yürüdüğümüz tepelerden söylememişsin
Tanrının gazabı gibi inmiş aşk ıslak gözlerinden
Bir damlasını silip bir mendile, ateşe verememişsin
Susuz kalmışım gözlerini sözlerini sakındığında
Öyle inanmışımki sana inkarımda kafir demişler
Sana sığınmışım bilmeden senden kaçtığımda
Bilmem kaçıncı defa iman etmiş yazdığım şiirler
An gelmiş taşımışım kendimi bir yük gibi
Sana varmak için almışım onca yolu sessizce
İnsanların arasından geçmişim ıslık gibi
Hiç bir kulak işitmemiş söylenmişim kendimce
Yaratıldığın anın hatrına sarmışım tütünümü
Gücümü kaybettiğim yerde sana dönmüşüm
Karıştırmışım senle beni, gecemi gündüzümü
Gökkuşağının altında yüzünü görmüşüm
Nedendir gözlerine bakıp elini tutmaktan
Cehennem ateşinden korkar gibi korkmuşum?
Ten yenilenmez olmuş senle yaralanmaktan
Vücudun ölümlü olduğunu nasıl unutmuşum?
Ve gittiğim yollar kesişmiş döndüklerimle
Aynı ayak izine aynı şekilde basmışım
Bilmem kaç kez karşılaşmışım kendimle
Kendi gölgemi kovalamaktan usanmışım

9 Mart 2009 Pazartesi

Emin resim balık (Karmatoloji)

Emin olmak nedir? Karar verdiğinizde içinizin rahat olması mıdır? Kafanızda soru işareti olmaması mıdır? Yoksa içinizi rahatlatan, bir karar vermiş olmanız mıdır?

******

Bir şeye doğrudan ve uzun süre baktığınızda görmeniz gerekenden farklı şeyler görürsünüz, resmin bütününden çok bir kısmını idrak edersiniz. Algı şekliniz değişir ve her şeyi gördüğünüz kısma göre yorumlarsınız. Tehlike olmakla beraber bir noktada kendini koruma iç güdüsü de olabilir. Diğer yerlere baktığınızda hoşunuza gitmeyecek şeyler ile karşılaşmamak için de bakmayabilirsiniz. Resmin bütünü değil sadece köşesindeki bir fırça darbesi kıymetli olabilir o an için, çok ustaca atılmıştır, çok şey ifade ediyordur size, ama resmi aldığınız da sadece o fırça darbesini almazsınız, iyisiyle kötüsüyle, dikine enine her yöne vurulmuş darbeleri de beraberinde alırsınız. Sırf o fırça darbesinin hatrına katlanabilirsiniz hoşunuza gitmeyen yerlerine ama hiç bir zaman da resmin bütününü göremeyeceksinizdir aslında, yani yok sayacaksınıdır diğer fırça izlerini. Çünkü sizin için o resim o darbeden ibarettir. 

O resmi alamasanız bile, sizin olamasa, duvarınızı süsleyemese, bu benim diyemeseniz bile bilirsiniz bir yerlerde usta bir elden çıkma muhteşem bir fırça darbesi olduğunu. Alamazsanız içiniz acır, lavuğun tekinin eline geçip de o fırça izini göremezse, kıymetini anlayamazsa diye. Hatta bazen de sadece sizin onu görebildiğinizi düşünürsünüz, fırçanın sahibi sadece bir kişi anlasın diye gezdirmiştir elini tuvalin üzerinde. Düşündükçe fırçanın her bir telini, tuvali kutsallaştırırsınız, putlaştırırsınız, Gollum gibi "kıymetlimisss" demeye başlarsınız. Ama alamazsanız kabullenmek zorunda kalırsınız sizin olmadığını, kabul peşinde inancı sürükler ve daha iyi bir fırça darbesinin başka bir tuvale atılmış olabileceğine inanmaya başlarsınız. Ararsınız...

*******

Duvarınızı süsleyecek bir resmi aslında arayarak bulamazsınız, bir yerlerde gözünüze çarpar, "benim" der, ve gücünüz yetiyorsa ve karar verirken aptallık etmiyorsanız gider alırsınız. "benim" der ve "O" olduğunu bilirsiniz. Nasıl bildiğinizi kimselere anlatamasanız da bilirsiniz işte.

*******

Anne-Baba olmak isteyenlere öneri: çocuğunuzun ne zaman doğucağını hesap edin ve balık burcuna denk gelmemelerini sağlayın. Bok gibi bi burç afedersin.


21 Şubat 2009 Cumartesi

Seslerin ve sözlerin anlatmakta yetersiz kaldığı bir an vardır. Görünüşün bir anlam ifade etmediği, gözle görülmeyen şeylerin söylenmesi gereken, anlatılması gereken bir an. Kaderi haklı çıkaran bir zaman gerçeği. Ne kadar yüzleşmekte korksan da yapılması gerektiğine inandığın bir noktaya geldiğin ve süslü sözlerin yaşananları gizlediğini farkettiğin, sadece gerçeğe tutunup çıkabileceğin bir derin kuyuya düşmüş gibi, kimsenin bilmediği ve ben buradayım diye avaz avaz bağırmasan da duyabileceği şekilde sessizce fısıldayacağın o an.

Ne kadarını anlatabileceğini kendinin bile kestiremediği, söylerken yüzünün hangi şekle gireceğini merak ettiğin, yaşına bakmadan kalbinin dayanmayacağından korktuğun, ihanet ile geç kalmışlığın arasında sıkışıp kaldığın, kendine hangisini yakıştırdığını bilmediğin, önce kendini acıttığının farkına vardığın, ve onun incinmesinden korktuğun, ve aradaki gözle görülemez bağın bir anda yok olmasından çekindiğin o an.

Tekrar tekrar kafanda kurduğun, onunla konuşur gibi kendinle konuştuğun, kapıyı yüzüne çarpıp çıkıp gittiğin yada yerini bulmuş bir sözün kapıları kilitlediği ve mutlu olduğun, zıt yönde