30 Kasım 2009 Pazartesi

Şimdi sen gidiyorsun ya herkes sana benzeyecek

Sevileni her yüzde görme hali. Sokakta, otobüste, hiç beklemediğin bir zamanda ummadığın bir yerde. "o" değildir bilirsin, ama saçları onu andırır, başka birisinde gözlerini bulursun, aynı onun gibi bakıyorlardır, başka birisinin elleridir o sandığın, kimisi aynı onun gibi güler, kimisi kaşlarını çatar onun gibi kızdırır seni. "ne kadar çok benziyor" dersin kendi kendine, baktığın kişi o olmasa da farkına varmazsın bir müddet, sanki o hemen karşında durmaktadır, gitmemiş, yalan söylemiştir, umarsın söylenebilecek bütün yalanları ama benzemeyen yanların farkına vardın mı biter bütün hayaller. hiç kimse "o" değildir çünkü, truman show'daki gibi magazin sayfalarından parça parça birleştirmeye çalışırsın yüzünü, her bir yabancıdan bir parça, ama bütünü gördün mü yıkılırsın. bir kez gitti mi herkesi kendine benzetir "sevgili", herkes ona benzemeye can atar senin gözünde, ta ki yokluk kendini yok edene kadar.

9 Kasım 2009 Pazartesi

Fısıltı

“Her şey maşuktur, âşık bir perdedir. Yaşayan maşuktur, âşık bir ölüdür”- Mevlana

Zaman yaratılmış her varlık için farklı ilerler ve her evrenin kendine has sonsuzluğu vardır. Yaşadığım evrende “şu an”ın ne zaman olduğunu söylemek güç. Bizler zamanı ölümle ölçeriz. Ne zaman en yaşlı şeytan ateşe karışır, insan takvimine göre bin yıl geçmiş demektir. Her şeyi değiştiren o ilk emrin geldiği gün insan vaktiyle 11 ağustos 1999 idi, boyut değiştirirken ayın güneşin önüne itilişini görmüştüm, en karanlık olduğu anda da dünya kapısından geçmiştik. Yeryüzüne çıkıp bir ruh daha çalacaktık. Komutan Zaringa ve 4 kişi atanmıştı bu iş için. Bunlardan biri de bendim. Komutanın ayak seslerinden bile korkardım, hakkında çok fazla şey duymuştum, adı çok eski zamanlardan kalmaydı ve “Gölge” anlamına geliyordu. Azraile benzetirdi bir çoğu, söylentilere göre de birkaç kez karşılaşmışlıkları vardı.

Yaptığımız şey çok basitti. Acı çeken bir insana kederi en çekilmez noktaya geldiğinde türlü yalanlar fısıldayıp bütün inançlarından arındırır, iyinin kötü, kötünün iyi olduğuna inandırırdık. O zamana kadar beş kez kandırma yolculuğuna çıkmıştım. Herkeste başarılı olamazdık ama bir kez insanın aklına soru işaretini soktuk mu ve inancında hata aramaya başlattık mı çok geçmeden safımıza katılmak için dua etmeye başlardı inandığı Tanrıya ve bir müddet sonra, son inanç kırıntıları da yok olduktan sonra Tanrısını da elinden alırdık. Ve son aşamada ruhunu bedeninden ayırır, cehennemin en ücra köşelerine götürür, ebediyen kalacağı yeri gösterir, tekrar bedenine yerleştirirdik. Bir çoğu cehennem kapısından girdikten sonra vazgeçtiklerini, Tanrıya kulluk edeceklerini söylerlerdi ama bilmedikleri bir şey vardı, Tanrıya kulluk etseler bile şeytanın varlığını gördükleri için ona inanacaklardı. Korkuları, ruhları bedene dönüp de ilk kötülüğü işleyene kadar devam ederdi. Bir kez bilerek ve isteyerek yapılan kötülük, bir ömür bilinçsizce yapılan iyiliklerden daha fazla tat verir insana. Bir müddet sonra bizlerin bile korktuğu, şeytandan öte varlıklar haline gelirlerdi. İlk fısıltı ile ilk kötülük arasında bir muhafız bırakırdık yanlarına, kendilerine yapılan güzelliklerin ve fırsatların kötü olduğuna inandırırdık ki yolumuzdan sapmasınlar.

Yeryüzüne varmayalı uzun zaman olmuştu. Şeytanların ömrü hesaba katılırsa yaklaşık 500 yıl geçmişti güneşi en son gördüğümden bu yana. Her şey değişmişti. “Bina” dedikleri üst üste yığılmış evlerle doluydu her yer, yürüyen demir parçaları sarmıştı sokakları, atsız eşeksiz giden ve içinde insanların olduğu büyük demir parçaları. Yürüyenler, koşanlar, şarkı söyleyenler, banklarda oturanlar… her yer de insanlar vardı ve etraflarında en az birer şeytancık vardı. Şeytancıklar bizden farklıdırlar, daha küçük olurlar ve sözleri insan sözüne benzer, kuvvetsizdirler. Bir binanın önündeydik, emir gelmesini bekliyorduk. Komutan Zaringa ben düşüncelere dalmışken “hadi” dedi “vakti geldi.”

Hareketlerimiz bir insanın algılayamayacağı kadar hızlıdır. Komutanın emri vermesi ile hedefimizdeki eve gitmemiz çok kısa zaman aldı. Evde çalacağımız ruhun sahibinden başka kimse yoktu. Fısıltı seansımızı bölecek her şey yok olmuştu, çıt çıkmıyordu. Zaringa avının tadını çıkarır gibi yavaş yavaş yürümeye başladı. Sahip olduğu hız, sahip olamayacağı yavaşlığa dönüşmüştü. Bizlerde aynı hıza ayak uydurmuş onu takip ediyorduk. Birkaç adım sonra duruverdi. Ben en arkadaydım ve neyle karşılaşacağımızı bilmiyordum. Teker teker hedefin etrafına geçmeye başladılar ve önüm açılıp, hedefin ne olduğunu gördüğümde bir şeylerin değişeceğini anlamıştım.

Elinde bir avuç dolusu ilaç tutuyordu. Gözleri bütün gece ağlamaktan kızarmış ve yorulmuşlardı. Ağlamıyor, hareket etmiyor, hatta solumuyor gibiydi. Bir kanepede oturmuş, önündeki masaya başka insanların fotoğraflarını dağıtmıştı. Onun da içerisinde olduğu, güldüğü bir çok fotoğraf özensizce masanın her yanına dağılmıştı. Komutan Zaringa, “hedefiniz bu” dedi “işiniz, gördüğünüz gibi çok zor olmayacak”. Sonrasında gözden kayboldu ve diğerleri hemen fısıldamaya başladılar. Biri kulağına eğildi, diğeri ilaç tutan eline ateşten nefesini üflemeye başladı ve insanın sanki iç sesiymiş gibi duyduğu sözleri söylemeye koyuldular.

Yaşamaya değer mi bu dünya?
Neden ben? Neden?
Bunu hak edecek ne yapmış olmalıyım?
Çok acı çekiyorum

Niyetimiz kendisini öldürmesi değildi. Aksine yaşaması gerekiyordu, diğer insanlara ulaşmalı ve bizim ajanlığımızı yapmalıydı.

Şeytanlar işe koyulmuşlardı ama ben yerimden kımıldayamamıştım. Evrenler arası salisede yolculuk yapan ben, ona bakarken donakalmıştım. Nedenini bilmiyordum, sadece izliyordum. Şeytanlardan biri bana döndü ve haykırdı:

Ne yapıyorsun sen aptal! Gel buraya, komutana aptallıklarını anlatmak zorunda bırakma beni.

Son fısıltı seansımda başarısızlığa uğradığımdan yine hata yapmamdan korkuyorlardı. Uzun zaman önce bir demirciye kendi kızını öldürtmüştük. Adam fısıltılardan uyanıp yerde yatan kızının cesedine bakmıştı uzun uzun, anlamlandırmaya çalışmıştı elinde tuttuğu çekici, üzerindeki kanı ve kızının darmadağın olmuş yüzünü. Bütün şeytanlar susmuş, kazanılmış bir zaferi ellerini ovuşturarak kutluyorlardı. Son darbeyi vurup ruhunu çalabileceklerdi, demirci bir şeytan olduğuna sonunda inanacaktı.

Elinde tuttuğu çekici attı yere, bütün hislerini derin bir çukura gömmüş gibi donuktu yüzü, onunla beraber adım atıyorduk, ocağın kenarına, ateşin tenini kızartmaya başladığı yere kadar yürüdü, elimizdeki ganimeti sağlama almak için tekrardan fısıldamaya başlamıştık. Bir anda yüzünü döndü bana doğru, burun buruna gelmiştik. Gözlerimin içine bakıyordu. Tek bir söz söylemeye korktum, susup birkaç adım geri çekildim. Göz bebekleri beni takip ediyordu. Olamazdı, göremezdi, mümkün değildi! Hiçbir varlığın tahammül edemeyeceği azabı gördüm gözlerinde, ruhunun çektiği acı yüzünden tenini kızartan ateşi fark etmiyordu bile. Yüzü bana dönüktü ama vücudu yavaş yavaş ateşe eğiliyordu. Bir ölünün toprağa yatması gibi yattı ateşe, çıt çıkarmıyordu ruhunun ateşten önce erittiği bedeni. Şeytanlar telaşla sağa sola koştururlarken, ben, hala bana bakan gözlerindeydim, son kalan gözyaşları anında buhar olmuştu ve her bir uzvu küle dönerken, ben onun gözlerinde bir şeyler yitirdiğimi fark ediyordum. Her şey bitip dönme vakti geldiğinde diğer şeytanlar küfretmeye başlamışlardı bana. Bütün olanların sorumlusu benmişim, aptalım tekiymişim falan… O zamandan beridir şeytanların çoğu bana güvenmez ve kolay kolay yeryüzüne göndermezler, kötülük yapmanın hazzını yaşamamam gerektiğini düşünürler.

Kendimi ispatlamam için bir fırsattı bu, son bir ruh çalıp gerçek bir şeytan olarak ateşe dönmeyi bekleyecektim bundan sonra, yeryüzüne gelirken en azından böyle planlamıştım.

Fısıltılar gittikçe güçleniyordu, yüzünden okuyabiliyordum. Gerilmişti, haykırmamak için sesini yutkunuyor, dudağını ısırıyordu. Kendine zulmettikçe yaşadığı acının hafifleyeceğini zannediyordu. O kadar acı çekiyordu ki ısırmaktan dudağı kanamaya başlamıştı ve ardından ağlamaya başladığında gözyaşıyla karışıyordu kanı. Şeytanlar vaktin geldiğine kanaat getirdiler ve bir anda sustular. Her türlü sesi işiten kulağım sağır olmuş gibiydi. Sessizlikle kendime gelmiştim. Şeytan kötü söz söylediği için kötü değildir, sonucunun kötü olacağını bilirse iyilik de fısıldar. Bizi kötü yapan insanın her yaptığı kötülüğü kabul etmesini ve Tanrı’dan af dilememesini sağlamaktır. Böylelikle insanın içinde olan şeytanı uyandırabilir, isyan ettirebiliriz.

Artık sırada suçlunun kendisi olduğuna inandırmak ve bununla yaşaması gerektiğini kabul ettirmek vardı. Ardından da Tanrı’nın kötü olduğuna inandıracak, Tanrı istemeseydi böyle bir olayın yaşanmayacağını anlatacaktık. Tanrı onun kötülüğünü istemişti!

Fısıldamalar amaç değiştirerek tekrar başlamıştı.

“Her şey benim yüzümden oldu, gecenin bir vakti aramamış olsaydım şimdi hayatta olacaktı.”
“Ama neden? Neden ölmesi gerekiyordu?”
“Tanrım neden?”
“İstesen hala hayatta olabilirdi”
“Seni sevmiyorum”

Şeytanlar bütün hünerlerini gösteriyorlardı. Bense hiç birine aldırmadan hala onu izliyordum. Korkuyordum onlara kulak vermesinden ama sesimi de çıkaramıyordum, susturamıyordum kötülükleri. Eğildim, gözlerinin içini görebilecek yere kadar yaklaştım ve baktım. Bakmamla havaya sıçramam bir oldu. Çünkü kendimi görmüştüm, ama başka bir şekilde, bir insan sıfatıydı gördüğüm, ete kemiğe bürünmüş bir erkek yüzüydü gözlerine yansıyan aksim. Şeytanlar irkilmişlerdi, bir bana bir ona bakıyorlardı. Onlar da beni benim gördüğüm gibi mi görüyorlardı yoksa? Yüzlerindeki ifadeyi okumaya çalıştım ama bir insan gibi titriyordum, aklımı toplayamıyordum. Şeytanlardan birisi yanıma gelip boğazımı sıktı, artık sıkılmıştı.

“Çok yaklaştık ruhunu çalmaya, yaptığın saçmalıkları kes. Yoksa komutana, ona dokunduğunu söylerim!”

dedi ve uzaklaştı. Hala kendime gelememiştim, gördüklerimin gerçek olmasını istemekten korkuyordum. Fısıltı seansı neredeyse amacına ulaşmak üzereydi, onu şeytanlaştırmak üzereydik ama gözlerinde insan olduğumu görüyordum. Onu insanlıktan çıkarırken, ben insan gibi hissetmeye başlıyordum. Gördüklerimi teyit etmek için bir kez daha yaklaştım gözlerine ama bu kez başı öne eğilmişti. Birkaç saniye bekledim doğrulması için ama kafası önde ağlamaya başladı, muazzam bir heyecan duyuyordum ve daha fazla bekleyemeyeceğimi hissediyordum. Dokunamıyordum, çünkü tene, kana, gözyaşına, irine dokunmak yasaktı. Hangi kıdemde şeytan olursa olsun bir kez bir insanın uzvuna ya da ondan çıkan bir şeye dokunsa vaktinden önce ateşe döndürülürdü, bir anlamda ölüm fermanını imzalamak oluyordu.

Gözlerini görmek için beklemeye koyulmuştum. Farkındaydım, onu ebediyen kaybetmek üzereydim, ruhunu sattıktan sonra yaratılışında bahşedilen iyilik yok olacaktı, parça parça şeytana dönüşecek ve gözlerinde gördüğüm aksim kaybolacaktı. Neydi gözlerinde gördüğüm şey, benim yansımam mıydı? Yoksa hayal mi görüyordum? Daha fazla bekleyemedim. İnsanlara dokunamayabiliriz ama cansız varlıklar için böyle bir kural yok. Diğer şeytanlar farkında değillerdi yapacak olduğum şeyin ve ben ateşe dönmek için sabırsızlanıyor gibiydim. Masanın üzerindeki fotoğraflardan birine üflememle fotoğrafın yere düşmesi bir oldu. Ayaklarının dibine düşen fotoğrafla irkilmişti ve tabi şeytanlar da. Herkes susmuştu yine. Kimse yerinden kımıldayamıyordu. Şeytanlar nefretle bana bakarlarken ben ona bakıyordum bir an olsa bile gözlerini görebilmek için. Yavaşça fotoğrafa uzandı, çok ağır bir şeyi kaldırır gibi zorlanıyordu. Kaldırdı ve dizine koydu. Hala yüzünde gözbebeklerini arıyordum. Uzun uzun baktı ve gülümsedi. Fotoğrafa dikkatlice baktığımda bu sefer ağlamaklı olan bendim. İmkansız! Fotoğrafta bir bankta oturan iki kişi vardı. Biri o, diğeri gözlerinde görüp de ben sandığım adamdı. Gülümsemeye devam ediyordu, şeytanlar küfrediyordu ve ben susmuş bekliyordum. Kafasını kaldırdı bir anda, işte beklediğim andı, kendimi toparlayıp bütün cesaretimi toplayıp gözlerine baktım. Evet ben o adamdım!

“Tanrım beni affet”

Sözcükler dilinden dökülüvermişti. Gülüyordu, Tanrısından af diliyordu. Şeytanlar bir anda yenilgiyi kabul eder gibi yok oldular. Tek başıma kalmıştım. Kıpırdayamamıştım. İnanan bir insanın af dilemesi, bütün günahlarından arınması demekti ve günahsız bir insanın yanında şeytanlar azap çekerdi. Ama duyduğum tek şey şaşkınlıktı. Gülüyordu, başı dikti ve gözleri gözlerimdeydi. İnsan suretime bakıyordum gözbebeklerinde yaratılan. Ancak, hayır, bu sadece af dilemek değildi, bir intiharın başlangıcıydı. Elinde tuttuğu ilaçları bir anda ağzına götürüverdi, kendini öldürecekti tam da huzura ermişken. İstemsizce, gayri ihtiyari tutuverdim elini daha ağzına varmadan, başaramamıştı ama anlayamamıştı da ona neyin engel olduğunu. O anda telefon çaldı. Ancak benim için artık çok geçti, bir insana dokunmuş, bir hata daha yapmıştım, yok olmak için çabalamıştım, elini bıraktığım anda her şey karanlığa gömüldü.

Gözlerimi açtığımda boşlukta durduğumu fark ettim. Ayaklarım bir şeyin üzerinde gibiydi, yürüyebiliyordum ama neyin üzerinde olduğumu göremiyordum. Değişmiştim, bedenim eski bedenimden farklıydı. Etraf parlak ışıklarla çevriliydi, ne yana dönsem orası daha parlak geliyordu ve ışıklar içimden geçip gidiyordu. Ateşe dönmek, yok olmak böyle bir şey miydi? Peki ya bundan sonrası? Aklımda sorular uçuşurken onu düşünüyordum bir taraftan da. Ne olmuştu? Işık daha fazla parlamaya devam etti, her geçen saniye kör oluyormuşçasına acı vermeye başladı, parlaklık öyle bir safhaya geldi ki sıcaklığıyla kavrulduğumu zannederek bağırmaya başladım. Gözlerimi kapamış yalnızca acımın bir an önce dinmesi için bağırıyordum.

Artık her şeyin bittiğini düşündüğüm ve acının dayanılmaz olduğunu hissettiğim anda sırtım ve başım yumuşak bir yere değdi, bir yerden bilmediğim başka bir yere düşmüştüm sanki. Bağırmıyordum, acım dinmişti. Bir yatakta mıydım? Etrafımda duyduğum ayak sesleri neydi? Cevabını bulamadan derin uykuya daldım.

“Durumu iyiye gidiyor. Tedaviye cevap verdi.”

Birileri konuşuyordu yanı başımda. Gözlerimi aralamaya çalıştım, daha önce hissetmediğim bir acı duydum. Kıpırdamaya çalıştım ama beceremedim.

“İşte! Kendine geliyor.”

Gözlerim kapalıydı ama etrafımda iki kişi olduğunu duyabiliyordum. Birisi ağlıyordu, diğeri anlamadığım bir şeyler yaptı. Kendimi daha rahat hissediyordum her ne yaptıysa.

“Ben sizi yalnız bırakayım ama çok zorlamayın hastamızı”
“Teşekkür ederim”

O ses! Yanlış duymuş olabilir miydim?

“Canım”

Görmeliydim mutlaka, gözlerim ne kadar ağrısa da görmeliydim. Bütün gücümle acıyı bütün şiddetiyle hissederek gözlerimi açtım. Karşımda duruyordu. O’ydu!

“Kendini yorma, iyileşeceksin.”

Tanrı muhteşem bir hediye bahşetmişti. Onunla ilgili her şeyi hatırlamaya başladım. Sanki en başından beridir bir insanmışım ve yaşamışım gibi hatıralar gelmeye başladı zihnime. Hatıralarımda onunla ilk karşılaşmamızı, sevgili oluşumuzu, evlilik planları yapışımızı, bir akşam vakti korkuyla aramasını ve yolda bir aracın altında kalışımı ve ölüm anını hatırlıyorum, ve sonra geri döndürmeye çalışan doktorlar ile canlanma anını anımsıyorum. İçine girdiğim bedenin yaşadığı her şeyi hatırlıyorum.

Tanrı, onun sevdiği adam öldüğünde bedenini ve hatıralarını bana hediye etmişti. O aşık olduğu adama, ben aşık olduğum kadına kavuşmuştum. Tanrı, bir şeytanı bile aşkın hatırına affetmişti.

“Tanrım, beni affet!”