9 Aralık 2010 Perşembe

Kısa bir ara / O şimdi asker

1 Aralıktan itibaren resmi olarak askerim. Henüz gideceğim yer ve süre belli değil. Cuma günü netleşecek. Buradan haber vermeye çalışacağım ama 24 saat internet başında olduğum dönemlerden farklı olacağı için fırsat bulamayabilirim. Vakit buldukça askerlik anılarımı da taze taze yazarım buraya, anlat anlat bitmez artık :p

Allah sağ salim gidip gelmek, herkesi sağ salim yerinde bulmak nasip etsin. Bir daha ki blog yazıma kadar kendinize iyi bakın.

Görüşmek üzere

23 Kasım 2010 Salı

İşte gidiyorum



Gitmek... gönlün bir parçasını gönülsüzce geride bırakmak... adım atmayı kolaylaştırmak için kötü anıları hatırlamaya çalışmak... her seferinde iyilerin üstün gelmesi... ve alt edilmek kendi zihninle...

İşte gidiyorum, bir şey demeden, arkamı dönmeden, şikayet etmeden... ard arda konulmuş sözcüklerden bir cümle etmediği zaman, gitmek gerek. Anlamsız, amaçsız, yersiz yurtsuz kelimelerin hamallığını yapmamalı insan, boşu boşuna yormamalı kendini. Gitmesini bilmeli. Ve anlamalı ki ardına dönüp bakarsa bir kez, şikayet eder, söylenirse gidemeyecek demektir... kalmayı da beceremeyecektir.

Hiç bir şey almadan, bir şey vermeden, yol ayrılmış, görmeden gidiyorum... Hayat asla umduğun gibi gitmez, yaşamın esrarengizliği de budur aslında. İstersin... çok istersin... uğrunda ne çok şey yaptığını anlatırsın kendine... ne çok yorulmuşsundur, ne çok hırpalamışsındır kendini... kulak verirsin kendine... suçlu o'dur her zaman... aldatırsın kendini... maksadın da budur zaten, başka türlü gidemezsin... Hiç bir şey almamışsındır, hiç bir şey vermemişsindir... yol ayrımına gelip de boş ellerinle yumruğunu sıktığında anlarsın.

Ne küslük var ne pişmanlık kalbimde, yürüyorum sanki senin yanında... Kendi içine kıvrılıp gözlerini kapadığında, başını dizlerinin arasına saklayıp var gücünle yokluğu paraladığında, başlarsın vazgeçmeye... Güçsüzlüğünün farkına varırsın nihayet... zamanda herhangi bir anda güçlü olup olmadığının önemi yoktur... zihnindeki boşluk dolduruverir yüreğini... ne küslük kalır geriye ne pişmanlık... maziyi ceketinin iç cebine koymuşçasına tedirgin devam edersin yoluna, hatıralar eşlik eder... yanında yürüyormuşçasına...

Sesin uzaklaşır her bir adımda, ayak izim kalmadan gidiyorum... Unutmak kabiliyetini keşfedersin saatin tik tak seslerini duyduğunda, "tik" bir anı gelir aklına, "tak" hiç olmamıştır aslında, "tik" olduğuna yemin edersin, "tak" ispat edemezsin, "tik" 'mazi' diyorum duysana!, "tak" mazi bir hayal anlasana! Ne rüyaya bir şey katabilirsin ne de o rüyadan bir armağan getirebilirsin, uyanacaksın sonunda, ne ayak izi(n) kalacak ne sesi(n) ne nefesi(n)... her adımda uzaklaşacaksın, her adımda azalacak sesi... ve bir gün, onun var olduğuna kendini bile inandıramayacaksın... tik tak...

Gidebilmek için böyle aldatmalısın kendini... çünkü karanlıktan korkarsın...

gerdiğin tel kalbimde kırılmadı, gönül kuşu şarkıdan yorulmadı, bana kimse sen gibi sarılmadı, ışığımız sönmeden gidiyorum.

7 Kasım 2010 Pazar

Muazzam bir dram / The Kite Runner

Khaled Hosseini'in aynı adlı romanından uyarlanan iç acıtan bir film The Kite Runner / Uçurtma Avcısı. Emir ile Hasan'ın çocukluk dönemlerinde başlayan arkadaşlıklarının yıllar sonra çok farklı ortamlarda büründüğü hal ve bu hale nasıl geldiği anlatılıyor.

"Kendi kendine ayağa kalkamayan bir çocuk, büyüyünce hiçbir şeye karşı koyamayan bir adam olur." diyor daha başlarda. Emir zengin ailenin tek çocuğu, korkak, destek bekleyen, eli kalem tutan ama gerçek hayatta cesaretten yoksun bir çocuktur. Hasan, Emir'in ailesinin hizmetinde çalışan, sadık, cesur ve gözünü budaktan sakınmayan asıl karakterlerden biridir. Emir ve Hasan iki iyi dosttur. Hasan hep Emir'in ardını kollar, korur. Ancak hayat karalanmaya hazır beyaz bir kağıda benzer. İlk çizikten sonra saf beyazlığı gider, göze kötü görünür. Hasan'ın başına gelenler, Emir'in korkup kayıtsız kalması, suçluluk duygusundan ve ne zaman Hasan'ı görse cesaretsizliği aklına geldiğinden yanlış şeyler yapar ve bir ömür boynunda taşıyacağı suçluluk madalyonunu boynuna takar. Olaylar gelişir...

Kitabını okumadan filmi izlediğim için yorumumda yanlış ya da eksik kısımlar olabilir, mazur görün lütfen. Film bir İslam ülkesinde, Afganistanda geçiyor. 1970'lerde başlayan film, 2000'lere bir anlamda Amerikanın Afganistana müdahalesinin bir öncesinde son buluyor. Rejim değişikliğini konusuna dahil etmiyor, öncesini ve sonrasını gösteriyor. Rusyanın işgali ve değişiklik olduğu dönemler konuşmalar ile takip edilebiliyor. Zaten mevzumuz da değişiklik değil öncesinde yaşananlar ile sonrasında devam eden olaylar bütünü.

Bundan sonrası ipucu içereceğinden izlemeyenlere peşin not: Mutlaka izleyin.

Filmin sahip olduğu en büyük koz: Masumiyet ve yitirilişi. Mevzu bahis olan çocuklar olduğu için etkileyiciliği de had safhada. Hasan karakterinin başına gelen olay sonrasında elinde mavi uçurtma ile seke seke ve ardında kan damlaları ile yürürken zannetmiyorum ki hiç bir insan evladı göz yaşlarını tutamasın. Ne kadar küfretsek yeridir, bunu ona yapanlara. Kaldı ki yıllar sonra benzer bir olayın çocuğunun başına gelmesi de göz yaşlarını kat be kat artırıyor. Sohrap'ı dansöz gibi oynatıp, tecavüz eden, İslam adına günah diye insanları zina yaptıkları için taşlayarak öldüren ama kendileri daha çocuk yaştaki yavrulara sulanan afedersiniz orospu çocuklarını görüp de sinirine hakim olacak kimseyi tanımıyorum.

Bu tür filmler yazarın uydurması değildir. Yaşananların edebi bir dille kağıda dökülmesidir. Sanırım o yüzden çok acıtıyor, gerçek olduğunu bilmek olanlar karşısında sessiz kalan beni insanlığımdan utandırıyor. Böyle şeyler yaşandığını bilmiyordum ama bilmem neyi değiştirecekti? Elimden ne gelirdi? Bilmiyorum! Ancak sessiz kaldığımız için hesabını vereceğiz gibi geliyor.

Keşke Osmanlının o ihtişamlı dönemindeki gibi olsak da zulüm gören kardeşlerimize zulmedenleri yerle yeksan etsek. Bir tarafından korkan bir millet olmak kanıma dokunuyor!

http://www.filmarasi.com/Movie.aspx?ID=3795

Elde var üç / New York'ta 5 Minare

Mahsun Kırmızıgül'ün senaristliğini ve yönetmenliğini yaptığı 3. filmi New York'ta 5 Minare vizyona girdi. İlk iki filmi hoşuma giden ve takdirimi kazanan Kırmızıgül'ün son filmini kaçıramazdım ve fırsat bulur bulmaz da koşarak [mecazen] gidip izledim.

Sanırım Amerikan tarzı ilk aksiyon filmimiz bu olsa gerek. Aksiyon sahneleri, Türk polisinin baskın yaptığı sahneler, silahlı çatışmalar, tüfek tuttulması, ucunda fener ve lazerlerin olması, tüfeğin ucundan çıkan ateşin püskürmesi, kurşunların hedeflerde bıraktığı izler, insanların ölüşleri/düşüşleri gibi detay ama gerçekliği sağlayan şeylerin yerli yerinde olması izlerken inanılmaz bir keyif verdi ve Türk sineması adına da umut vadetti. Kurtlar Vadisinde yaşanan öldürme sahnelerinde insanların tansiyonu düşmüşte dinlenecek yer arar gibi düşüşleri/ölüşlerinden, Polat Alemdar'ın bodoslama 14'lüsünü havaya sıkıp yerdekini vurmasından sonra yaraya merhem gibi geldi.

Açılış bu yönlerden oldukça doyurucu ve güzeldi. Ancak Mahsun'un çektiği tüm filmlerde yapmaya çalıştığı mesaj verme kaygısı ile film hiç gitmemesi gereken yollara saptı ve izlenebilirliği gitgide zorlaştı, alakasızlaştı, komikleşti ve hatta bir kısım izleyicilerin dram sahnelerinde kahkaha ile gülmelerine neden oldu. Bunun en temel nedeni olayların birbirini tetiklemesi gereken bir ortamda sahnelerin bağımsızlığını ilan etmesidir zannımca, filmden çıkarılsa hiç bir etki etmeyecek sahnelerin varlığı kafaları boştan yere karıştırdı. Senaryodaki devamlılık en büyük problemdi. Filmi izlenebilirlikten uzaklaştırdı. Filmin sonunu söylemeyeceğim elbette ama izledikten sonra farkedeceksiniz ki çok zorlama bir senaryo yazılmış, asıl olan olay nasıl oldu da taaa Amerikalara, FBI'a kadar gitti diyeceksiniz. Dedim ya mesaj verme kaygısı bazen bu tür şeylere yol açabiliyor.

Oyunculuklarda Haluk Bilginer en iyisiydi. Diğerleri hep ortalama civarı oynamıştı yani öyle vaav diyeceğim bir oyunculuk göremedim. Ancak bunun en büyük nedeni kötü ya da isteksiz olmalarından kaynaklanmıyor. Ki film adına en büyük korkum yabancı oyuncuların [diğer Türk filmlerinden alışkanlıkları] baştan savma iş çıkarmaları idi, çok şükür öyle bir şeyle karşılaşmadım. Oyunculara oynayabilecekleri derinliği ya da bir kimliği olan karakterler çizilmemişti ve ellerinden geleni yaptıkları halde, oyuncudan ziyade kukla gibi durmuşlar. Bunu en çok şuna benzettim, hazırlık sınıflarında İngilizce öğretmenleri hep konuşmamız esnasında Türkçe düşünüp konuşurken  İngilizceye çevirmeyin derlerdi, nedeni ise doğru düzgün cümleler kuramamaktı tabi ki. Senaryoda böyle bir hava vardı sanki. Yabancı oyuncuların replikleri Türkçe düşünülürken hemencecik İngilizceye yalan yanlış çevrilmiş gibiydi. İngilizce konuşmalar orjinal dilinde Amerikan filmleri izleyenleri oldukça hayal kırıklığına uğrattı.

Konuşmalar gerçek hayattan kopuk, eski Türk filmlerindeki anlamsız replikleri anımsattı. Çoğu boşmuş gibi geldi. Olaylar sözcükleri besleyemedi, sözcükler olayları tamamlayamadı gibi bir durum vardı. Bir de FBI Ajanlarına ders verdiğimiz sahneler vardı ki otur ağla o derece yani. Ki bir yerde de adamlar resmen "abi bir eşşeklik ettik, afedersin" noktasına geldiler.

Kırmızıgül'ün yönetmenliğini destekliyorum ama senaryo konusunda daha profesyonel olunması gerektiği kanaatindeyim. Mesaj vermek için film çekmek yerine, film çekip içerisine mesajlarını yedirmeye çalışsa çok daha iyi olacaktır.

Film zorlayıcı, kabul ediyorum. Ancak bu bünye ne kötü filmler gördü, onların yanında bu bir başyapıt kalıyor. Kaldı ki memlekette Recep İvedik gibi felaketler yaşanırken, senaryosu kötüydü, oyunculuklar kakaydı diye bir çırpıda silip atmak da hoş olmaz bence. Mahsun Kırmızıgül çektiği her filmle tecrübe ediniyor, ileride daha iyi işler yapacağına canı gönülden inanıyorum.

Türk sinemasında takdir görmek için sessizliği, uzun boş bakışları, dağı tepeyi seyretmeyi kullanmak lazım potasını kırmak gerekiyor. Diğer tarafta da kalitesiz, masrafsız, felsefesiz komedi filmleri furyasına da bir dur demek icap ediyor. Kırmızıgül'ün bence omuzlarındaki en büyük yük budur. Bu tür filmlere alternatif olacak yerli ve kaliteli içerik sunuyor kendisi, kötü yorumlardan ders alması, yılmaması gerekiyor. Ben her filmine gitmeyi kendime görev edindim. Bir sonraki filmini de heyecanla bekliyorum.

http://www.filmarasi.com/Movie.aspx?ID=565326

6 Kasım 2010 Cumartesi

Sadakat nasıl olur? / Hachiko: A dog's Story

Dün akşam Süleyman geldi, oturup lafladık. Sağdan soldan konuştuktan sonra bir film tavsiye etti, özellikle izlememi istedi. Tamam dedim, attım harddiske. Bugün hazır boş vaktim varken açıp izleyim dedim, tek kelimeyle darmadağın etti beni. Sol tarafta resmini gördüğünüz zat-ı muhterem var ya işte onun hikayesi, muhteşem bir sadakatin belgesi.

Olay tamamen gerçek. 1923-34 yılları arasında Japonyada yaşanan bir olay. Akita cinsi adını boynundaki tasmadan [Hachiko = Sekiz] alan Hachiko, Tokyo Üniversitesinde Profesör olan Hidesaburō Ueno ile bir tren istasyonunda karşılaşır. Profesör verecek yer bulamaz ve bakmaya başlar. Hachiko her gün Profesörü işe giderken istasyona bırakır ve işten dönerken de aynı yerde karşılar, her gün. 2 yıl süren bir birlikteliğin ardından Profesör ölür. Hachiko ise beklemeye devam eder, her gün aynı vakitte aynı yerde Profesörün dönmesini bekler. Tam 9 yıl, bekler bekler bekler... Hachiko öldükten sonra her gün beklediği yere heykelini dikerler ve günümüzde de bu heykel hala yerinde durmakta ve herkese sadakat dersi vermektedir.

Filmimiz 2009 yapımı başrollerinde Richard Gere ve Joan Allen'ın oynadığı Hachiko: A Dog's Story. Orjinal yapımı 1987 yapımı Hachiko Monogatari. Henüz izlemedim ama ilk fırsatta izlemeye çalışacağım. Nereden başlasam anlatmaya bilmiyorum. Filmde emeği geçen herkesi tebrik etmek gerek. Yönetmen ve senaristler neredeyse köpeği konuşturmayı başarmışlar, onun gözüyle görmemizi sağlamışlar ve duygularını müziğe vurarak en derinimizde hissettirmişler. İnsan oyuncuları bir kenara bırakırsak, daha enik halinden en yaşlı haline kadar olan bütün köpek oyuncular çok iyi eğitim almışlar ve en doğru kamera açıları ile oyunculuğun dibine vurmuşlar. Müzikler muhteşemdi ve filmin beğenilmesinde çok büyük pay sahibiydi.

İtiraf ediyorum, oturup hüngür hüngür ağladım, ağlamamak mümkün değil, duygulanmamak. 9 yıl usta! Taş olsa çatlar, insan olsa unutur, acısı hafifler. Sevgi, sadakat bu olsa gerek. Hiç hayvan sevmeyen şu filmi izlesin iddia ediyorum gördüğü ilk köpeğe sarılıp ağlamak isteyecektir.

http://www.filmarasi.com/Movie.aspx?SubTab=6&ID=44528
http://en.wikipedia.org/wiki/Hachik%C5%8D

28 Ekim 2010 Perşembe

Vay Arkadaş basın gösteriminden izlenimler

Filmarasi.com olarak ilk basın gösterimine katılmamızın mutluluğunu yaşadık bugün. Film Arası adına ben katıldım. Sürekli, kesilmeyen İstanbul yağmuru altında ve feci bir trafik eşliğinde olabildiğince iyiydi.

bkz. İletişim'in organize ettiği gösterim Maçka G-Mall Cinebonus sinemalarında yapıldı. Daha gitmeden tereddüt etmiştim nasıl giyineceğime dair. "Basın" gösterimi ya hani, insanın aklına böyle flaşlar, haberlerdeki takım elbiseli insanlar ve "çekme kardeşim çekme" eşliğinde hakkı yenen muhabirler geliyor. Önce kravatsız takım giyecektim, google'da bir arama sonucu olayların pek de beklediğim gibi gelişmediğini gördüm. Allahtan da giymemişim, tek takım elbiseli olarak armut gibi kalacaktım :) Genelde rahat insanlardı katılanlar, kimisi "Harley Davidson" yazan tişörtle, kimisi şortla gelmişti. Zaten bir çoğu birbirini tanıyordu, bunun rahatlığı da olabilir diye düşündüm.

Daha sabahtan yağan yağmur Altunizade - Köprü kavşağına geldiğimde trafiği kilitlemişti, gözüm yemediğinden onca trafiği Üsküdar'a indim, aracı parkedip önce Beşiktaş'a sonra da Maçka'ya vardım. Tabi bu arada sürekli yağmur yağıyor bir taraftan da. Beşiktaş iskelesinde sağolsun hiç bir taksici almadı mesafe yakın diye, yarı yolu otobüsle diğer yarısını da yürüyerek gitmek zorunda kaldım. Zaten hastaydım, yağmur ve rüzgar da tuz biber ekti üstüne. Neyse ki şimdi sıcacık evimin rahatlığında kaleme alıyorum bu satırları :)

Film 10'da başlayacaktı ama Makinist trafiğe takıldığı için 11 gibi başlamak zorunda kaldık. Filmin başında hiç bir fragman ve reklam oynamadı, film arası da verilmedi. Allahtan sabah pek bir şey içmemiştim de rahat rahat izledim sonuna kadar :)

Şimdi filme geçebiliriz.

Filmin konusu: Dildo (Mete Horozoğlu)'nun babası rahatsızlanır, ameliyat olması gerekir ama ne onda ne de arkadaşları Manik (Ali Atay)  ve Tik (Fırat Tanış) 'de para vardır. Üç kafadar para bulmak için araba çalmaya karar verirler ve olaylar gelişir.

Filmin başlangıcı çok güzeldi, çabucak ve etkili bir biçimde izleyiciyi sardı. Filmin 2 aksiyon sahnesi var zaten biri başlangıç diğeri hastaneye gitme sahneleri. Başlangıç/Son (hemen hemen aynı sahneler) görsel efekt olarak Hollywood tarzı olmasa da kurşunların dalga dalga gidişi Matrix'e benzetilmişti, Türkiye şartlarında fena değildi, hastaneye gitme sahnesi ise fena halde zorlamaydı, bir an önce bitsin diye yalvardım.

Olaylar geliştikçe, karakterler ortaya çıkmaya başladıkça film rayına oturdu tabi. Senaristlerden Cüneyt İnay'ın Geniş Aile dizisinden alışkanlıkları kendini her sahnede belli ediyordu, laf sokmalar ve sokulan laflar tanıdık geldi. Film çok çabuk ilerledi, o kadar hızı kabullenemedim kendi adıma. Hokus pokus demeye kalmadan ortalık cümbüş alanına döndü, olaylar çok çok hızlı gelişti. Filmin temelinde dram olmasına rağmen komedi olarak yok yok daha çok komik cümlelerle hatırlanabilmek adına dram kısmı oldukça hafif geçilmiş. Geriye kalan dram sahnelerinde de oyuncular ya da önlerine konulan senaryo olayın vehametini anlatmakta yetersiz kalmış.

Karakterler yüzeysel geçildiğinden olsa gerek film bittiğinde öyle hatırda kalan bir tanesi olmadı bende. Karakter geçmişleri bir ya da iki 'komik' ve yetersiz sahne ile anlatılınca kimdir'in cevabı havada kalmış. Film neticede, çok derinlemesine anlatmasını beklemiyorum ama yine de gönül daha fazlasını bekliyor.

Dildo karakteri tavırlarıyla, edasıyla daha Kazanova ve hovarda olmalıydı bence, resmedilen karakter babası adına kaygılıydı ama kaygısını ifadelerle yansıtamıyordu, "Orda babam ölüyo olm, bişey yapmalıyız"'dan öteye gidemedi çoğu sahnede.

Manik karakterini Ali Atay iyi oynamış ama biraz abartılıydı sanki, göze battığı bir kaç sahne oldu (bkz: hastane sahnesi, vs...) ama genelde oldukça iyiydi.

Tik karakterini Fırat Tanış tikli gibi oynamıştı. Zevk aldım izlerken.

Nil karakterini oynayan Demet Evgar gayet iyiydi. Yahşi Batı'daki karakteriyle hemen hemen özellikleri aynıydı (Delikanlı hatun), zorluk çekmemiş olsa gerek. Neden bilmiyorum ama yine de bir terslik varmış gibiydi karakterde. Senaryodan kaynaklı olabilir.

Filmin havasını iyi yansıtan müzikleri vardı. Arada kendisini hissettirmedi ama kulak verince farkedebildim, sanırım filmle bütünleşik müzik de bu oluyor.

Senaristler, senaryonun kendisinden çok ahım şahım bir şeyler beklemiyor olsa gerek işimizi görsün yeter modundaydı. Ortalama bir Türk komedi filmi senaryosu.

Genel olarak izlenebilecek bir düzeyde, keyifli, bir kaç saat gülüp eğlenmek için gidilebilecek bir film. 10 üzerinden 6.5'tan 7.

http://www.filmarasi.com/Movie.aspx?ID=565455&Name=Vay%20Arkadas(2010)

21 Ekim 2010 Perşembe

Depresif agresif



Aslında bir şey yazasım yok, depresif ve agresifim son zamanlarda. Kızmaya bahane arıyorum. Suçu sonbahara mı atsam, askere gidecek olmama mı atsam yoksa askerliğin kaç ay olacağının belli olmamasına mı bilemiyorum. Bir de sonrası var tabi, sonrasına dair hiç bir fikrimin ve planımın olmaması da aklımı kedi tırmalar gibi çizik çizik acıtıyor. Gitmeden bitmiyor meret ama gidince de tahminen bitmeyecek gibi gelecek, ıyyhhh!

Şöyle fona aşk şarkıları koyup depresif halimi besleyesim var. gel pisi pisi... arap geaahh!

18 Ekim 2010 Pazartesi




Bir gün daha yaşandı ve bitti
Küçük sevinçleri ve küçük kederleriyle 
Herhangi bir gündü çok önemli değildi
Seni düşündüğüm birkaç andan başka


Bilirim herkes payına düşeni yaşar
Ve her yeni günde değişir hep birşeyler
Sen de kendi payından bir hatıra seç ne olur 
O ben olayım beni unutma


Bilir misin seni gerçekten sevdim
Sevdiğim daha birçok şeyin arasında
Bir tek seni seçtim hatıralar arasında
Sebep diye bir küçük mutluluk


Beni unutma, unutma, beni unutma 
Bilirsin unutulmak dokunurya her insana 
Sen de kendi payından bir hatıra seç 
Ve o ben olayım unutma, beni unutma

Bir tek düşünce kırıntısı yeter uykunu kaçırmaya. Kafanda evirip çevirirsin, bir hal yoluna koymaya çalışırsın düşünceleri, Hansel ile Gretel gibi mazide bıraktığın her bir kırıntının peşinden gidersin, hiç bilmediğin yerlere varırsın.

Kalemin gecenin bir vaktinde işler sadece. Gecenin en sessiz, en karanlık, en derin yerinde düşüncelerden kurtulmak için cümlelere sığınırsın. Bekçi düdüğü gibi konur her bir nokta, uykunun unutkanlığı teslim alamaz bir türlü, hatırladıkça düşünürsün, düşündükçe uyanırsın.

Başta asla kaybedemem deyip sonunda kurtulmak için yalvardıkların aklına gelir. Üzmemek için üzüldüklerin aradan yıllar geçtikten sonra gerçekten yakar canını. Bilirim herkes kendi payına düşeni yaşar ve her yeni günde değişir hep birşeyler, bir müddet sonra değişir herşey, değişirken direnirsin, değiştiğinde direncin kırılmış, yaran kabuk bağlamış ve unutmaya bir adım kalmıştır.

İnsanları bir kaç anıyla hatırlarsınız. En çok son gördükleriniz, son yaşadıklarınız, son konuştuklarınız yer eder zihninizde, belki de bir kaç başka anı daha. İnsanların akıllarında bir kaç sahnedir beraber yaşadıklarınız, silinmeye hevesli, unutulmaya mahkum bir kaç sahne sadece. Zaman aktıkça sizin anılarınızın üzerine yazılır bir başkasının an'ları.

Sen de kendi payından bir hatıra seç denmeli sona yaklaşılırken. Sadece iyi hatırlanmak için ve sonra sonu beklenmeden çıkılmalı film bitmeden. Hatırlamaya sebep diye bir küçük mutluluk...

Eğer kötü bitmişse bir şeyler, unutturmuşsa eski mutlu anları ve küçük mutluluklar ezilmişse değişen günün ayakları altında, belki de bir daha hiç hatırlamamalı... ders alıp, yaşanmamış saymalı...

12 Ekim 2010 Salı

Arta kalan / Etme




duydum ki bizi bırakmaya azmediyorsun, etme.
başka bir yâr, başka bir dosta meylediyorsun, etme.

ey ay! felek harab olmuş, ziyan olmuş senin için
bizi öyle harab, öyle ziyan ediyorsun, etme.

ey makamı var ile yokun üstünde olan,
sen varlık sahasını terk ediyorsun, etme.

sen yüz çevirecek olsan ay kapkara olur gamdan
sen ayın da evini yıkmayı kastediyorsun, etme.

şekerliğinin içinde zehir olsa dokunmaz bize
sen zehiri şeker, şekeri zehrediyorsun, etme.

harama bulaşan gözüm güzelliğinin hırsızı,
ey hırsızlığa da değen, hırsızlık ediyorsun, etme.

aşıklarla başa çıkacak gücün yoksa eğer
aşka öyleyse ne diye hayret ediyorsun, etme.

isyan et ey arkadaşım söz söyleyecek an değil,
aşkın baygınlığıyla ne meşk ediyorsun, etme.





Yine aşk diyeceğim bu akşam, Yılmaz Erdoğan'ın sesiyle can bulan eşsiz ve candan bir serzenişle. Mevlana'nın Şems'e duyduğu özün aşkı ve aşkın özüyle.


Bir zamanlar bir büyüğüm "çay kaşığına bile aşık olabilirsin" demişti. İlla cinsel bir birlikteliğe gebe olacak değil ya aşk. Bağlılık ve kendini adamışlık, "O"nun varlığından bihaber yaşayamamak değil mi özü? Kimi işine aşık olur kendini işiyle tanımlar, her şeyidir onun, işi hayatından çıkarsan geriye amaçsızca salınan bir beden kalır. Kimi ayakkabılarına aşık olur, kırmızı, siyah, mor, beyaz, kahverengi, renk renk... yağmurda çamur değer ağlamaklı olur. Kimi bir insana aşık olur, onu varlık ile yokluğun üzerinde tutar, kul olur, köle olur, kapısında yatar, hayalinde bulur, aşık olunan gitmeye yüz tutsa mahvolur.


Bir zamanlar bir arkadaşım "aşk bencilliktir" demişti. İnsan yalnızca kendisini özel, farklı hissettirecek şeylere aşık olur. Bir battaniyenin sarıp sıcak tutması gibi aşktan kendisini ısıtmasını bekler. Aşık olunan her ne ise onun etrafında olmalı, ihtiyaçlarını karşılamalıdır. Bu yüzdendir ki aşıkların ayrılması en çok ona ihtiyaç duyanı yaralar. Aşkla beslenen, ısınan, tanımlanan, o gittiğinde aç kalır, susuz kalır, üşür, anlamsızlaşır.


Aşk ihtiyaçların bir anda, bir yerde, bir şeyle/biriyle giderilebileceği düşüncesi/hissidir. Bir olasılıktır. Milyarlarca kombinasyondan birinin gerçekleşmesidir. Milli piyango biletine büyük ikramiyenin vurmasıdır. Daha kolay bir izahı varsa eğer ancak Kader denebilir. Tesadüf denemez çünkü olasılıkları sonsuz ile çarpmakla aynı kapıya çıkar.


Aşk her ne ise bilmem ama en güzel yanı aşık olunanın henüz gitmemiş ama gitmeye yüz tutmuş olduğu andır. Bir tarafta olası yokluğunun ağırlığı ile anlaşılan kıymeti, diğer tarafta henüz gitmemiş olmasının verdiği mutluluk vardır.


Giden gider, kalan kalır. İnsan yaşadıklarından arta kalandır.

11 Ekim 2010 Pazartesi



all around me are familiar faces,
worn out places, worn out faces,
bright and early for their daily races
going nowhere, going nowhere,

and their tears are filling up their glasses,
no expression, no expression,
hide my head, i want to drown my sorrow,
no tomorrow, no tomorrow,

and i find it kind of funny,
i find it kind of sad,
the dreams in which i'm dying
are the best i've ever had.

i find it hard to tell you,
cause i find it hard to take,
when people run in circles,
it's a very, very
mad world mad world mad world mad world

children waiting for the day they feel good,
happy birthday, happy birthday,
made to feel the way that every child should
sit and listen, sit and listen.
went to school and i was very nervous,
no one knew me, no one knew me,
hello teacher, tell me what's my lesson,
look right through me, look right through me





2 Ekim 2010 Cumartesi

Eylül aniden gelir / Sev diyemem



Serin bir sonbahar akşamı... üşümekten ziyade ürperiyorum... metal bir kaşığa dişim değmiş gibi tüylerim diken diken... bu mevsim böyledir rüzgar gelir, Eylül aniden gelir... hüzün mevsimi, doğasında var... ayrılık, yokluk, yitip gitmelerin mevsimi, bitişlerin... yaprakların dalında kurumaya başladığı, amansız bir kışın habercisi... tüylerim diken diken... önümdeki kış değil korkutan, arkamda bıraktığım baharın, yazın, sıcağın, sabahtan ısıtan güneşin yokluğunun acısı... Eylül sadece Eylül değildir... ardında bıraktığı sekiz ayın yorgunluğudur...

Aniden gelir... Eylül... hayat gibi işte, başladığını bilemezsin, bittiğini göremezsin... Ne zaman başlamıştı diye soramadan bitiverir... son duanı ettirmez, son sözünü söyletmez... aniden bitiverir... binlerce sözcük vermiştir geldiğinde, ama konuşmayı bilmezsin buradayım dediğinde, dilin yavaş yavaş çözülür, mevsimin Eylül olduğunu anlaman zaman alır ve pılısını pırtısını toplar giderken, konuşmayı öğrenmişsindir ama elinde yan yana koyacak kelime bulamazsın... giderken...

Mevsiminin adından alır hüznünü... bütün sonların mutlu bitmediğini hatırlatır sanki... üç noktanın ard arda sıralandığında bıraktığı o garip kırılganlığı yaşatır... mevsimi son bahardır ama başladığında sonsuz gibi gelir... aniden gelir, bir an'a sonsuzluğu sığdırır...

Kızamazsın neden geldin diye... karanlık bulutları neden getirdin diye... aydınlığımı neden çaldın diye... neden akşam rüzgarını başıma musallat ettin, neden sabahları yüzüme yağmuru düşürdün diye... adı üstünde Eylül... bilmen gerektiğini bilmeliydin sadece...

En sevdiğin şarkının son bir dakikasıdır Eylül... biteceğini bilmen bitmemesine mani olamıyor... o yüzden son bir dakikada daha dikkatle dinlersin şarkını... o yüzden Eylül'ü beklersin... en sevdiğin şarkının kıymetini bildiğinde son bir kez eşlik etmek için...

Olgunluğun ayıdır Eylül... ne Nisan gibi umut vadeder, ne Temmuz gibi çocuksu şendir ne de Ocak gibi karamsardır... nereden geldiğini bilir ve nereye gideceğini de... "beni de götür" diyesi gelir insanın... götürmez... dudak düşer, küskünlüğü kalır...

Eylül aniden gelir... aşk gibi... hazırlıksız yakalar insanı, hasta eder, halsiz bırakır... ancak yatağa düşüp de ne olduğunu düşündüğünde anlarsın geldiğini... hasretin sıcak bir çorba olur Eylül'ün elinden... hasta ettiğine değil, hasta olduğuna içlenirsin... iyileştiğinde ise gitmek üzeredir... seni kışa hazırlamıştır, bilmezsin...

Ekim gelir ardından... selamını getirir... eski bir dosttan der... bir sonbahar akşamı ürperirsin...

18 Eylül 2010 Cumartesi

In The Name Of The Father / Tanrılar kurban istiyor!


Daniel Day-Lewis ve Pete Postlethwaite'in başrollerinde oynadığı yaşanmış bir dramdan ekrana taşınan oldukça etkili ve ürkütücü bir film. Ürkütücülüğü "adalet" olgusunu sonuna kadar sorguluyor olması ve bu sorgulamayı 1970'lerde yaşanmış gerçek bir hayat hikayesine dayandırıyor olması. Öncelikle gerçek hikayeden bahsedeyim, filmin yorumlanmasına sonrasında devam edeyim.

****İpucu olarak değerlendirecekler okumayabilirler.*****

1970'li yıllarda Irlandada yaşayan Gerry Conlon, IRA (Irish Republican Army / İrlanda Cumhuriyet Ordusu) ile yaşadığı sorunlar nedeni ile İngiltere'ye yolculuk eder. İngilterede hippi arkadaşlara takılır bir müddet, kafa güzel, cepte beş kuruş parasız gezer tozar. Bir gün Guilford adı verilen askerlerin geldiği bir barda büyük bir patlama olur. 5 kişi ölür ve onlarca kişi yaralanır. Polisin muhbirlerinden, Gerry'nin arkadaş grubundan biri polise sadece Gerry'nin IRA ile ilgili konuştuğunu, İrlandalı olduğunu ve sorunlar yaşadığını söyler. Polis bunun üzerine Gerry'i 3, arkadaşını ve ailesinden babası da dahil 7 kişiyi göz altına alır. Bunların arasında henüz reşit olmamış 2 çocuk da vardır. Polisler, tam o dönemde çıkarılmış bir yasaya göre hareket ederler. Yasaya göre milli tehdit oluşturduğu düşünülen kişiler 7 güne kadar sorgusuz sualsiz göz altında tutulabilirlerdi. Polisler eline geçen yetkiyi illegal olarak kullanır ve işkence altında Gerry ve arkadaşlarından yazılı olarak suçu işlediklerine dair itiraf alırlar. Hukuk mücadelesi 15 yıl sürer. Babası Giuseppe Conlon hapishanede akciğer yetmezliğinden ölür. Dava yeniden açılır, Polisin sakladığı ve sonradan avukat Gareth Peirce tarafından şans eseri ortaya çıkarılan kanıtlar eşliğinde dava yeniden görülür ve masumiyetleri ispat edilir.

****İpucu olarak değerlendirecekler okumayabilirler.*****

İzlemeye başladıktan sonra bana Pardon filmini hatırlattı. Türkiye'de yaşanmış bir olayda 3 kişinin haksız yere 6 yıl hapis yatması hicvedici bir dille komediye vurularak işleniyordu. Burada ise dram ağırlıklı anlatılıyor hikaye. Filmi izleme kararımı vermemde en etkili oyuncu  Pete Postlethwaite oldu. İzlediğim filmleri arasında bir tek kötüsüne denk gelmedim. Öne çıkıp diğer oyuncuları gölgelemek ya da başrol peşinde koşmak niyetinde olmayan sanatını muhteşem derecesinde ortaya koyan bir insan. Her canlandırdığı karakteri ağzım açık izliyorum. Bu filmde de beni yanıltmadı ve oyunculuğu ile en öne çıkan isim olmayı başardı.

Hikaye sunum olarak gayet başarılı ve anlatmak istediğini doğru ve sıralı biçimde anlatıyor. İzlemeye fazlası ile değer bir film. Tek başına bir film olarak değerlendirmek aslında yanlış olur. Bu tür filmler insanlık tarihine birer hediye olarak sunuluyor çünkü. Doğru ve tarafsız anlatılması çok çok önemli. Çünkü insanların aklında Gerry Conlon'ın gerçek hikayesi değil, filmde izledikleri hikayesi kalacaktır. Görsel iletişimin en büyük artısı ya da eksisi de bu. Yanlış anlatıldığı takdirde izleyen ve gerçeği okumaktan üşenen kişilerde yanlış etkiyi çok çabuk ve güçlü biçimde gösterebilir.

Bahsedilen olaylar tarihte "Guildford Four and Maguire Seven" olarak geçiyor. Bu İngiliz adli tarihinde ilk değil, bu olayın gerçekleşmesinden bir sonra yaşanan başka bir olayda da [Birmingham Six] 6 kişi "yanlışlıkla" ömür boyu hapse mahkum ediliyor, olayların gerçek yüzü de 1991'de açığa çıkıyor.

Bu tür olayların altında yatan neden genelde halkı tatmin etme isteği oluyor. Diktatörlük rejimlerinde çok daha keyfileri mevcut ama bizim gibi demokrasiyi uygulamaya çalışan ülkelerde ya elinde güç bulunduran mevkiler [Asker, Hukuk, Siyaset şeytan üçgeni] bu gücü kaybetmemek adına ya da aciz durumda görünmemek adına bu tür yanlış kararlara imza atıyorlar. Ya bilfiil devlet eliyle yaptırılan olaylarla ya da hakikaten gerçek olaylarla yanlış kişilere fatura edilebiliyor. Filmde iki sahne var insanı düşündüren, biri suçlu bulunma diğeri de suçsuz bulunma sahnesi, her ikisinde de halk alkışlıyor, birinde suçu sorgulamadan suçluyu bulan bir anlamda taşlayacakları bir şeytan bulan, diğerinde sadece sanığın değil kendilerinin de hakkını savunan insanlar.

Bir devlet için en büyük tehlike kurumlarında aynı fikre sahip insanları barındırmasıdır. Aykırı, farklı insanların kurumlardan ihraç edilmeleri fikri diktatörlüğü getirir. Buna bütün ideolojiler dahildir. Bir arada masum gibi görünen fikirler tek ses olduğunda her zaman tehlike arzederler. Hele ki bu fikir devletin resmi ideolojisi olursa.

Tarihte buna sıkça rastlanır. Sadece güzel ülkemde olan bir durum değil yani. "Renk ayrımcılığı", "Milliyet ayrımcılığı", "Din ayrımcılığı", "Siyasi fikir ayrımcılığı" bunların en temel olanları ve renk ayrımcılığı haricini de kendi ülkemde rahatlıkla görebiliyorum, onu da yeteri kadar zenci barındırmadığımıza bağlıyorum.

Afrika'da yaşanan soykırımlar, Amerika'da yaşanan Zenci düşmanlığı ve Kominist Parti düşmanlığı, İngiltere'de ve İrlanda'da IRA mücadelesi, Balkanlar'da yaşanan soykırım, Asyadaki Türk soylarına uygulanan soykırımlar, vs... Liste bir hayli uzun. İnsanoğlunun hesabını vereceği günahları çok çok fazla.

Görüldüğü gibi sadece bizde olan şeyler değil. Bütün dünya zaman zaman aptalca davranışlarda bulunuyor. Ama önemli olan cesaret göstererek hatalar ile yüzleşebilmek, bir dönemin işlediği suçu Devletlerin yaşamları boyunca sahiplenmemeleri ve insan faktörünü göz önünde bulundurarak suçu ve suçluları korumamaları.

Devlet idaresinde hiç bir kuruma sınırsız ve sorgusuz yetki verilmemesi, vatandaşların haklarını arayabilmeleri ve soru sorabilmeleri için çok önemli. İnsan idaresindeki herhangi bir kurumun hata yapmayacağı kabulü ile devlet yönetilemez. Buna güvenliğimizi sağlamaktan sorumlu kurumlar, adaletimizi sağlamaktan sorumlu sistemler ve siyaset de dahildir. Eğer böyle bir kabul ile gidersek "bir sağdan bir soldan" çok adam gider, suçsuz yere çok insan hapislerde çürür, çok kişi kayıplara karışır, en kötüsü de geriye kalanlar Devlete, Güvenlik güçlerine ve adalete olan inançlarını yitirirler.

Filmin ve hikayenin en güzel yanı da sanırım en sonunda Adaletin geç de olsa yerini bulması ve devletin bir daha böyle durumların ortaya çıkmaması için önlemler alması, vatandaşının hakkını kendine rağmen korumasıdır.

Mutlaka izleyin efendim.

Saygılar

http://www.filmarasi.com/Movie.aspx?ID=63653
http://en.wikipedia.org/wiki/Guildford_Four_and_Maguire_Seven
http://en.wikipedia.org/wiki/Birmingham_Six
http://en.wikipedia.org/wiki/Irish_Republican_Army

3 Eylül 2010 Cuma

Yitip giden kelimeler



Ak pak bir geceydi, ürperttin beni
Çoktandır ölü zamana ebediyeti verdin
Geç kalmıştım kendime, yetiştirdin beni
Sonsuzlukta yitecek bir an'a ismini verdin

Hüzne boyamıştım yüzümü, gülümsettin beni
Umuda giden yolda omzunu verdin
Serin bir suskunluktu hakkım, seslendirdin beni
Sonlanmayacak bir cümleye ezgini verdin

Korkuyordum yalnızlıktan, uyuttun beni
Şefkatle okşayıp başımı, dizini verdin
Bir çocuktum sana vardığımda, büyüttün beni
Yokluğu, sensizliği, sızını verdin

Son dediğime ilk dedin, yeşerttin beni
Bir bahar sabahı odama kokunu verdin
İklimim oldun, gittiğinde üşüttün beni
Çıplak ayaklara dikenli taşlı yolunu verdin

Anladım ki hep "ben"de kalmışım onca zamandır
Affet! Varlığına aldandım, unuttum seni
Kabahatli kaybolan değil bulamayandır
Masum bir düşün gölgesinde öptüm seni

02.09.2010 / İstanbul
Fatih Çelik

22 Ağustos 2010 Pazar

Bright Star / Şiir sadece şiirsellikten ibaret değildir.

Sinemada izleme fırsatı bulamadığım arayı sonradan evde elimde çayım ve sigaram ile ekran karşısında kapatmaya çalıştığım son zamanlarda izlediğim en manidar film.

1800'lü yıllarda yaşamış olan John Keats'in Bright Star / Parlak Yıldız adlı şiirinin var oluş hikayesini anlatıyor filmimiz. Filmde geçen şu cümleler aslında filmi az da olsa anlatıyor:
"Şiir sadece şiirsellikten ibaret değildir. O, var olmuş en şiirsellik dışı şeydir."

Film, şiirsel bir ahenkle ilerlese de şiirsellik dışı bir düzene ya da kafiyeye ve yahut şiirsel bir mübalağaya sahip olmayan gerçeklere sırtını dayıyor. Kendine hayran bırakan şiirin, nasıl ortamlarda ne şartlarda oluştuğunun 2 saatlik güncesini ekranda taşıyor. Bunu yaparken şairinin hikayesini ve acıklı sonunu paylaşmayı ihmal etmiyor.

Normal sinema seyircisini zorlayacak bir akışa sahip, aksiyon ya da şaşırtıcı olaylar içermiyor, sadece aşktan, aşkın durgunluğundan ve bağlılığından bahsediyor. Eğer ki durgun filmlerden hoşlanmıyorsanız sıkabilir biraz. Film biraz uzun gelebilir, anlatmak istediğini daha kısa sekanslarla anlatabilirdi ama neticede yönetmenin tercihidir ve kötü olduğunu söyleyemeyiz.

Bahsettiğim durağanlık aşkın oluşumunu anlatmakta çok başarılıydı. Sinemanın çok sevdiği "ilk bakışta aşk" olgusunu bir kenara bırakırsak geriye kalan "bağlılık"ı ancak "saygı" ile anlatabiliriz. Filmin konusuna "birbirine saygı duyan ve aşklarının olgunlaşmasını zamana bırakan iki sevgilinin hikayesi" dersem yanlış olmaz sanırım. Bir şiiri anlatan şiir gibi bir film. Görsel olarak olayların oluş şekline göre şekillenen doyurucu bir film.

Ben Wishaw'ı, "Perfume: The Story Of A Murderer"dan sonra izleme fırsatı bulduğumda anladımki bu adam hakikaten bir romanın içerisinden fırlamış gibi. Romanları ve eski dönem hikayeleri müthiş canlandırıyor. Takip etmekte fayda var.

Parlak yıldız, senin gibi sarsırmaz durabilir miyim?
Semada asılı Ione'un ihtişamı dururken olmaz.
Ve izliyorum, ebediyen kapanan iki göz kapağıyla
Doğanın dayanıklılığı gibi, uykusuz keşiş
Papazın görevi, hareket eden sular
Dünya'nın kıyılarına saf bir boy abdesti
Ya da günahkar bir maskeli baloya bakan gözler
Dağları ve kırları kaplayan karlar
Hayır, hâlâ sarsılmaz, 
Güzel aşkımın olgun göğsünü yatırdım yastığa,
yumuşak iniş ve çıkışlarını
hissetmek için sonsuza kadar
Ebediyen tatlı bir huzursuzluktan uyanmak
Yine de, yine de aldığı o
hassas nefesi duymak
Ve sonsuza kadar yaşamak,
ya da bayılıp, ölmek


bright star, would i were steadfast as thou art —
not in lone splendour hung aloft the night
and watching, with eternal lids apart,
like nature's patient, sleepless eremite,
the moving waters at their priestlike task
of pure ablution round earth's human shores,
or gazing on the new soft-fallen mask
of snow upon the mountains and the moors —
no — yet still stedfast, still unchangeable,
pillow'd upon my fair love's ripening breast,
to feel for ever its soft fall and swell,
awake for ever in a sweet unrest,
still, still to hear her tender-taken breath,
and so live ever — or else swoon to death.

John Keats / Bright Star

31 Temmuz 2010 Cumartesi

Rüya ve gerçeklik / Inception


Az önce sinemadan çıktık filmarasi.com ahalisiyle, sıcağı sıcağına izlenimlerimi paylaşayım dedim. Filmarasi.com'un İstanbul ayağının ilk buluşmasına vesile olduğu için filmin yeri başkaydı tabi. Film başlamadan ve bittikten sonra sinema üzerine benden daha bilgili arkadaşlarla yaptığım sohbetten oldukça keyif aldım. Hep buluşalım hep film izleyelim istiyorum :)

Christopher Nolan mucizesi diyeceğim film için. Tek kelimeyle muhteşem. İyi film çekmenin yönetmen için kötü tarafı çıtayı sürekli yükseltiyor ve beklentileri artırıyor olması sanırım. Nolan bu film ile çıtayı oldukça yükseklere çıkardı desek yalan olmaz sanırım.

Filmin çıkış fikri çok iyi. Daha önce izlediğim onlarca filmden ilham aldığı açık ama bu filmden aldığımız tadı düşürmekten öte ileri götürüyor, çünkü alınan ilham taklitçilik değil şaheser çıkarmış ortaya. Film hakkında tam bir yorum yapabilmek için tekrar tekrar izlemek gerekir, keza ilk seferde aksiyona dalan bünye çok detayı kaçırdı.

Hayalgücünüzün sınırları zorlamak için mutlaka ama mutlaka izleyin.

http://www.filmarasi.com/Movie.aspx?ID=565375&Name=Inception(2010)

21 Temmuz 2010 Çarşamba

Neden susar insan? / Meğer


ben ne çok hata yapmışım meğer
gözüm kapalı bakmışım meğer
yıllar geçmiş ben saymışım meğer
dostum sanıp aldanmışım meğer

yıllarca sürer sanmışım meğer
boşa kalbimi açmışım meğer
vakit kaybıydı diyemem ama
sen hiç dostum olmamışsın meğer

olsun varsın pişman değilim
biraz üzüldüm hepsi bu

ağlamam artık gidenlere
ağlamam artık bitenlere
ağlamam artık üzenlere
ihanet edenlere

ben ne çok hata yapmışım meğer
seni yokken var saymışım meğer
yollar gitmiş ben kalmışım meğer
aşkım deyip hapsolmuşum meğer

bir ömür sürer sanmışım meğer
ben boşa kürek çekmişim meğer
vakit kaybıydı diyemem ama
senden çoktan vazgeçmişim meğer



Şarkının sözleri kadar klibi de inceden dokunuyor insana. Sessizlik... her şeyi ardına gizlediğimiz, içimizde gitgide kalınlaşan hislerimiz ile ruhumuz arasına ördüğümüz duvarı sıvadığımız suskunluk... Neden susar insan? Kırmamak, kırılmamak için midir? Yoksa  susarak olanları yok sayabileceğini düşündüğü için midir? Olmazı olduramayacağı baskısı mı susturur? Olabilecekleri oldurmamaktaki başarı mı susturur yoksa? Bir köşeye sinmek, ortaya çıkıp yaralanmaktan daha az acı verdiğinden olabilir mi? Ezmemek için ezilmek de neden olabilir pek tabi. Duyulan saygının ve sevginin istismarını da es geçmemek gerek. Minnet duygusunun o ezici ağırlığı suskunluğa neden sayılabilir mi? Sevdiğiniz, saydığınız birinden hiç beklemediğiniz bir hareket ve şaşkınlık susturabilir mi?

Susmak yıpratır insanı, sustukça akıl oyun oynamaya başlar, sen sustukça zihninde duyduğun sesler çoğalır, kendini duyamaz olursun. Eğer hayatının geri kalanını sırf sustuğun için pişmanlıkla geçireceksen, susma! Bırak pişmanlığın sesinin yüksekliğinden olsun.



14 Temmuz 2010 Çarşamba

Afiyet şeker olsun / Julie & Julia

İş dönüşü BİM'e uğrayıp bir kaç parça yiyecek toparladım, hazır patates, hazır köfte, hazır dondurma, hazır x,y,z... Sonra da gelip utanmadan Julie & Julia'yı izledim. Neden diyeceksiniz, çünkü film baştan sona yemek yapmakla alakalı. Öyleki her bir tarifte Ekmek Teknesi'nin kirlisi gibi "oyyy oyyy oyyy, Cengiiiizzz" diyesim geliyordu. Aç halde filmi açıp ekran karşısına geçmemeniz Sağlık Bakanlığı tarafından olmasa da benim tarafımdan onaylanmıyor :)

Gerçek iki yaşamın, iki farklı zamanın, iki farklı insanın hikayesinin tek bir perdede yansıması bir film. Yazının sonunda gerçek kişilerin fotoğraflarını ve Julia Child'ın gerçek videosunu bulabilirsiniz. Video'yu ve filmi izledikten sonra Merly Streep'in ne kadar iyi bir oyuncu olduğunu daha iyi anlayacaksınız.

Filme başlarken bir mesaj almayı ya da hayatınızı değiştirmesini, bir şeyler öğretmesini beklemeyin. Kişisel gelişim saçmalıklarından ve aşkkolik ergen psikolojisinden sıyrılın ve gerçek iki yaşamı seyre koyulun. Ha illaki "izlediğim film bana bir şeyler katmalı" derseniz Julia Child'ın ve Julie Powel'ın ev hanımlığından tanınmış birer yazar haline gelmelerini dizlerinizi döverek izleyin ve kendi kendinize "ben neden böyle değilim" diyerek küfredin, ya da daha güzel yolu seçip izlediğinizden keyif alın. İzlerken doyacaksınız, o derece yani.

Merly Streep diyorum başka da bir şey demiyorum. O ne oyunculuktur öyle! Şahane. Eski toprak olmasına mı verirsiniz bilmem, kaliteli, sarıcı ve inandırıcı bir oyunculuk. Maksadı güldürmek olmayıp güldürenlere ayrıyeten hastayımdır, ve aslında doğal olan da budur. Kim gerçek hayatında Cem Yılmazcılık oynarki? Julia da hayatını yaşarken güldürüyor, eğlendiriyor. İlginç olan nokta ise hayatının o kadar da ilginç olmaması. Kadınların çoğunun depresyon nedeni olan evde oturup yemek yapmak Julia için o kadar da dert değilmiş, keyif almasını bildiğin zaman. En iyi yaptığı işte en iyi olmak aslında kilit nokta. Soğan sahnesi ise buna en güzel örnek olsa gerek.

Amy Adams (Julie Powel) ise bana daha çok Isla Fisher'i andırdığından olsa gerek daha ilk sahneden bağladı beni. Sevimli, ilk başlarda ne yapacağını bilmediğinden depresif, taze gelin, devlet dairesinde memur bir bayan. Onun hayatında da ilginçlik yok aslında, hatta yaptığı iş itibarı ile psikolojisi bile bozuk ama bunlar insanın hayattan keyif almasına engel değil işte. Yalnızca tek bir şey bile yetebiliyor hayatı taze frambuazlı pasta tadında algılamaya.

Julie Powel'ın hayatı ilk blog'unu açmasıyla değişmeye başlıyor. Gerçek bir hikaye dedik ya işte o blog:
http://blogs.salon.com/0001399/2003/12/11.html

Julie Powel:
http://2.bp.blogspot.com/_il0rbxkq8mI/SoIBpaH4AAI/AAAAAAAAD-I/zNJgNoT0Ez8/s1600/48396735.JPG

Julia Child:
http://onceuponawin.files.wordpress.com/2009/06/juliachild.jpg
http://www.youtube.com/watch?v=2ohiUbQyDhk&feature=related


İzlemenizi tavsiye ederim. Oldukça keyifli bir kaç saat geçireceksiniz.

http://www.filmarasi.com/Movie.aspx?ID=76478&Name=Julie%20&%20Julia(2009)#

13 Temmuz 2010 Salı

Aşkın huysuzluğu / As Good As It Gets

Uzun zamandır arkadaşlarımın sürekli ısrarlarına göğüs gererek listemde beklettiğim As Good As It Gets (Benden bu kadar) filmini izlemiş olmanın doyumsuz rahatlığını yaşıyorum. Filmarasi'na da uzun zamandır şöyle dolu dolu yorum yazmadığımı da farkettiğimden zamanının geldiğine kanaat getirip iki kelam edeyim dedim.

Huysuz, gıcık, patavatsız, obsesif kompulsif ama şahane bir yazar olan Melvin Udall (Jack Nicholson)'ın değişen hayatından değiştiği anın hikayesi.

Filmde son zamanlarda tanınmış baya da bir oyuncu oynuyor aslında. House'dan tanıdığımız Lisa Edelstein (Lisa Cuddy), Peter Jacobson (Taub)'un yanı sıra Cuba Gooding Jr., Dexter'dan Julie Benz (Rita), Jericho'dan Skeet Ulrich (Jake Green), vs... görüldüğünde mutlu eden insanlar ya da ben çok dizi izlediğimden karakterleri başka yerlerde gördülçe mutlu oluyorum :)

Tekrardan filme dönersek, oldukça başarılı bir film, hatta bazıları için izledikleri en iyi filmlerden diye yorumlar alıyorum. Bence oldukça iyi ama en iyi filmlerimden değil. Jack Nicholson'ın daha iyi oyunculuklarını gördüğüm içindir belki de. Helen Hunt'ın belki de en iyi rolüdür ona bir şey diyemem, zaten buradaki oyunculuğu ile en iyi kadın oyuncu Oscar'ını aldı.

Melvin karakterinin aşkını açıklayamaması ve kimsenin anlamaması için dışa vurduğu huysuzluk görülmeye değer.


- Nasıl oluyor da kadınları bu derece iyi yazabiliyorsunuz?
- Bir erkeği düşünüyorum, sonra da mantık ve sorumluluğu çıkarıyorum

****

- Nasıl desem...Bir hastalığım var. Doktorum, her zaman gittiğim bir psikolog, benzer vakaların yüzde 50-60'ının ilaçların faydasını gördüğünü söyler. Ben haplardan nefret ederim. Haplar gerçekten tehlikeli şeylerdir. Haplarla ilgili kullanabileceğim tek sözcük budur. Nefret. İltifatıma gelince, bana gelip "asla" dediğin o gece... Tamam, neyse işte, sen de oradaydın, ne söylediğini biliyorsun. Sana iltifatım şu ki... ertesi sabah hapları kullanmaya başladım.
- Bunun neresi bana iltifat onu anlamadım pek.
- Daha iyi bir adam olabilmeyi arzulatıyorsun bana.
- Bu belki de hayatım boyunca duyduğum en harika iltifat.

****

- Dünya'daki en harika kadının sen olduğunu bilen Dünya üzerindeki tek kişi ben olabilirim. Yaptığın her bir şeyde ne kadar inanılmaz olduğunu anlayabilen tek kişi ben olabilirim. Ve Spencer'a karşı nasıl davrandığını bilen. Spence'e. Sahip olduğun her düşünceyi dobra dobra söylemen ve neredeyse her zaman ifade ettiğin her şeyin tamamen dürüstlük ve iyilik hakkında olması. Bence, çoğu insan sendeki bu özelliği gözden kaçırıyor. Onlara yemeğini getirirken  masalarını temizlerken seni izlemelerini, hayattaki en muhteşem kadınla karşılaştıklarının farkında olmayışlarını şaşkınlıkla seyrediyorum. Gerçek şu ki; onların göremediklerini görmek, kendimi daha iyi hissettiriyor.

http://www.filmarasi.com/Movie.aspx?ID=145642

6 Temmuz 2010 Salı

Sen artık sen değilsin



Yokluğunla avunurken bunca kalabalık niye?
ben seni yalnız severdim oysa
ellerin sıcaktı
ve saçların dümdüz, darmadağın olduğumda

Sakarlığımdan kayıp düşerdim sana
yıpranmış bir an'ın zihnimde yıllanmasından
ellerin ateştendi
ve gözlerin bir bahar sabahının aydınlığından

Çok kez gitmiştim senden
geçmiştim aynı bulutun karanlığından
ellerin ıslak olmalıydı
ve ayakların çamura bulanmalıydı yağmurumdan

Bir yudum suydun sadece
gece yarıları uykumun kaçmasına sebep
ellerin sunardı damla damla
ve saçların rüzgarı yaratırdı yalnızlığımdan

Yalandı sana vurulduğum
bütün doğrularımı unuttuğumdan
ellerin sensizlikti
ve gözlerin hayal, gözlerimi kapatıp baktığımdan

Sen artık sen değilsin
lutf et ben de kalsın
ellerin
ve dudakların

06.07.2010 - İstanbul

Fatih Çelik

1 Temmuz 2010 Perşembe

The Invention of Lying / Yalan söylemek hiç bu kadar zevkli olmamıştı

Herkesin doğru söylediği bir ortamı düşünün, "yalan" kelimesi ve tanımının boşlukta yankılandığını, insanların yalan söylemenin yani olmayan bir şeyi söylemenin anlamsız olduğunu düşündükleri bir ortamı.

"Yalan", ilk kim buldu acaba. Yoksa insan yaratıldığı andan itibaren var mıydı genlerinde? İlk belki beyaz renkte peyda olmuştur kim bilir. Birini kırmamak için ya da paçayı kurtarmak için mi söylenmiştir, yoksa sırf art niyetli mi? Hangisi bilmiyorum ama şu an yalansız bir dünya düşlemek imkansızın ötesinde olsa gerek.

Filmin çıkış noktası burası, oldukça orjinal ve farklı bir konu. Filmi senaryo, oyunculuk ve yönetmenlik olarak ele alırsak, hepsinin "eh işte" noktasında olduğunu söyleyebilirim ancak konu [senaryo değil] ve detaylarda farkı az biraz kapatıyor ve izlemesi keyifli en azından takip edilebilir bir hal alıyor. Farklı film arayanlar için ganimet gibi.

Yalan söylemek kötü bir şey ama filmden de anlaşılacağı üzere onsuz yaşamak da çok tatsız, suratına karşı bütün kusurlarını söyleyen hep birileri var karşında, özelin, gizlin, saklın yok, çünkü sorulunca doğruyu söylemek zorundasın, her şey herkes tarafından biliniyor, depresif bir yaşamın kaynağı gibi. Ama tabi film olduğu için abartılar da mevcut, olmasaydı kötü olurdu o da ayrı mevzu.

Neyse efendim, diyeceğim o ki tecrübe etmek için izlemenizi tavsiye ederim.

not: filmde Edward Norton da var, kısa bir rol ama var işte :)

http://www.filmarasi.com/Movie.aspx?ID=565397

23 Haziran 2010 Çarşamba

Çanakkale geçilmedi ama...

Bu hafta sonu ani bir kararla Çanakkale'ye gitmeye karar verdik. Önce Assos harabelerini sonra da Çanakkale şehitliklerini ziyaret ettik. Benim ilk gidişimdi, hep duyardım her TC vatandaşının gidip görmesi gerektiğini ama bu denli hem fikir olacağımı tahmin etmiyordum.

İlk şehitliğe ilk adımımı attığım anda ürperdim, hilal şeklinde yapılmış olan temsili mezarlıklar ve bitiminde Türkiye bayrağının hemen altında yıldız, gökyüzünden bakıldığında bayrağımızın şekli yani, tasarım muhteşem ama etkileyen şey bu değil. Hilalin kenarlıklarında yazılı olan, Osmanlının adını sanını duymadığım şehirlerinden, Anadolu topraklarından, Rumeliden gelip şehid düşenlerin ismi idi beni o denli etkileyen. Henüz 14-15 yaşlarında şehid düşmüşlerdi bir kısmı. 30000 Osmanlı vatandaşı, Türk, Kürt, Çerkez, Arap, Arnavut, Gürcü... İzmir, Denizli, İstanbul, Kırşehir, Ankara, Diyarbakır, Tunceli, Hakkari, Kudüs, Şam... Adlarını bildiğimiz / bilmediğimiz Ahmet oğlu Mehmetler... Dünyaya meydan okurcasına, aç, susuz, yersiz, yurtsuz, kurşunsuz, bombasız, sadece Allah ve Vatan için, özgürlük için canını feda eden Mehmetler... yardım gelmeyince süngüyle taarruza geçip ölüme koşan Yahya çavuş ve arkadaşları gibi nicesi o toprakları kanları ile suladılar. Bir değil beş değil on binlerce vatan evladı şehid düştü, on binlercesi gazi oldu, eşlerini çocuklarını kaybetti gelinler anneler, insanlar her şeylerini yitirdiler. Ürpertici bir manzara. Heleki aklınıza şunu getirirseniz daha bir anlamlı. Gördüğünüz şehitlikler, anıtlar hepsi temsili olarak dikildiler, yani aslında Mehmet Akif'in de dediği gibi

Bastığın yerleri toprak diyerek geçme tanı
Düşün altındaki binlerce kefensiz yatanı

hiç birinin mezarı yok, bastığımız yerlerde çoğunun bedenleri. Böyle bir ecdadın torunları olmak inanılmaz gurur verirken, diğer taraftan o dönemde yaşadıklarını hayal etmeye çalışırken gördüklerimle yerle bir oluyorum.


Kendi hayalimde canlandırdıklarımı paylaşayımki aynı dilden konuşalım (Bir Mehmed'in gözünden):

Memleket işgal altında, vatanın başında kim var belli değil, Osmanlı çöküyor, Hükümet "sus", Mustafa Kemal diye biri "susma" diyor. Kimse tanımıyor Mustafa Kemal'i, vatanı müdafadan bahsediyor, düşmanın yaşadığımız yerleri işgali söz konusu. Koyunları otlattığım bu yerlere dilini anlamadığım insanlar gelecek, söz söyleme hakkım olmayacak, keyfiyetle öldürebilecekler komşularımı, belki de beni. Kutsalıma el sürecekler, yok edecekler. 


Mustafa Kemal'e kulak veriyorum, başarabileceğimizi söylüyor, inanmak istiyorum sözlerine ama elde avuçta bir şey yok. Yalnızca ben ve benim gibi vatan evladları... Komutanlar geliyor mahallemize, toplanıyoruz meydanda. Yiğenim yanımda, daha 14'üne yeni basmış, "ne olacak dayı" diyor ergenlik sesiyle, biliyorumki ne desem yalan olacak, havada kalacak, "korkma" diyorum saçlarını sıvazlarken "Allah'ın izniyle her şey yoluna girecek". Bir an gülümsüyor.  


Yola çıkma vakti geliyor, son kez bakıyorum yaşadığım topraklara. "Allah bir daha görmeyi nasip etsin" diyorum annemin gözyaşlarımı görmesinden korkarak. Hemen yanıbaşımda, başı eğik, elleri ağzında, ağlıyor ama o da benden çekiniyor üzülmeyim diye. Son kez sarılıyorum, öyle bir sarıyorumki, öyle bir sarıyorki kollarını hiç bir güç ayıramayacakmış gibi hissediyorum. Elini öpüyorum sonra, "Hakkını helal et" diyorum bütün gücümle, "Helal olsun" diyor sesi titremekli. babam cepheye gideli çok olmuş, haber yok, anneme dönüp "Haber alırsam mektup yazarım" diyorum, bir başına kalıyor geride. Her adımımda arkamı dönüp bakıyorum ve inanamasam da anneme bakıp sesleniyorum "Anacım geri döneceğim"


Cepheye yürüyoruz, geceyi ve gündüzü saymayı bırakıyorum bir kaç gün sonra. Geçtiğimiz yerlerde şehid haberlerini alıyoruz, insanlar korkuyor, camilerde milletin salahiyeti için dualar okunuyor sürekli. Hep kadın ve çocuklar var sokaklarda. Ekmekle su veriyorlar sağolsunlar, elde kalan son şeyler belki de. Ama kendilerine saklamıyorlar, çünkü onların da evlatları asker ve onlar da bizim gibi açlar. Her geçtiğimiz yerde kendi analarımızdan ayrılıyor gibi hüzünleniyoruz.


Birliğimize vardığımızda silah talimleri ve eğitimler alıyoruz. Her şeyden önemlisi neden orada olduğumuzu gözlerimizle görüyor, başımıza neler gelebileceğini idrak ediyoruz. Ölümü hiç bu kadar yakın hissetmediğimi anlıyorum o an. Herkesin yüzünde ölümün kabulünü görebiliyorum, yiğenim omzunda silahla "Dayı hakkını helal et, ayrılıyoruz biz, Allah şehitlikle mükafatlandırsın hepimizi" diyor. Ölüme gidiyor, bile bile, mutlulukla. Bütün şüphelerimdem sıyrılıyorum, yiğenimden başka bir birliğe, başka düşmanlarla savaşmaya, aynı korku ve güçle yürüyorum.


Yeni birliğimize bir adam geliyor. Komutan olduğu belli, sarı saçlı mavi gözlü. "Mustafa Kemal" diyor Van'lı Süleyman, bir ona bakıyorum bir komutana. Her ikisini de tanımıyorum ama yanımda oldukları için mutlu oluyorum. Komutana selam duruyoruz, o da bizi selamlıyor, bir askerin önünde durup yüzüne bakıyor, yüzünü yere eğiyor, tekrardan dönüyor. "Nerelisin, kaç yaşındasın çocuk" diyor "Trabzonluyum komutanım, 13 yaşındayım" diyor çocuk, olabildiği kadar asker olarak. Herkeste zifiri sessizlik, komutan selam duruyor karşısında "Bu vatan sizlere çok şey borçlu, bu toprakları vatan yapan sizlersiniz" diyor, hep birlikte "sağol" diye bağırıyoruz.


Gün ağırırken savaşacağımız Cepheye varıyoruz. Siperlere girip mevzilerimizi alıyoruz. Etrafda yaralılar, cesetler var, kan kokuyor, kimileri hala yaşıyormuş gibi kenara yığılmışlar, ölmüşler, kimisinin kolu bacağı yok. Hiç korkmadığım kadar korkuyorum ölmekten, acı çekmekten. Elimdeki tüfek titrerken komutan ateş emri veriyor ve ateş etmeye başlıyoruz. Kimseyi öldürmemişim o zamana kadar, öldürmek kötü diyor Kur'an ama din ve vatan düşmanını değil, ve karşıdaki düşman, ama karşıdaki insan, ama ben onu öldürmezsem o beni öldürecek, gözlerim kapalı ateş ediyorum. Yanımda düşmana küfrederek ateş eden Denizli'li Osman bir anda "Ah" diyor, başından vuruluyor ve ölüyor, daha demincek tütünümü paylaşırken geride bıraktığı 2 yaşındaki oğlu Mehmet'i anlatıyordu oysaki. Komutan taarruz emri veriyor Osman düşerken, süngüleri takıyoruz tüfeklere.


Artık anlıyorumki sonuna geldim hayatın, vatan uğruna ölmeye gidiyorum, anamı, babamı ve benimle yola çıkan yiğenimi düşünüyorum, Allah'a emanet ediyorum her birini, tek tek. Gözlerimi kapıyorum, ellerimi açıyorum "Ya Rab! Vatanı ecnebi merhametine bırakma, beni bu uğurda şehid eyle" diyorum
Siperlerden çıkıyoruz, kulak veriyorum silah seslerinin arasından çıkıp yeri göğü inleten sese... "Allah Allah Allah Allah..." yüzlerce insan, ellerde süngüler, düşmana koşuyor, hem de nasıl bir koşuş, vadedilmiş bir hazineye varıyoruz sanki.


Düşmanla burun burunayız, bir iki derken öldürdüğümün de insan olduğunu artık düşünmüyorum, daha az acı veriyor ellerim kana bulanırken, tıpkı yerde yatan vatandaşlarıma düşmanın baktığı gibi. Birden omuzumda inanılmaz bir acı hissediyorum, geriye doğru yalpalıyorum, dönüp baktığımda bir delikten kan akıyor, vücudumdan kan akıyor, kendi bedenime yabancılaşıyorum. Daha ağır ama daha güçlü atıyorum kendimi öne, koşmaya devam ediyorum. Sonra bacağıma giriyor bir kurşun ve karnıma sonra, düşüyorum. Acı gitgide artıyor, ağlıyorum, bu vakitte ölmeyi yediremiyorum kendime, yüzümü yerden kaldırıp ufka bakıyorum. Şehadete koşanları görüyorum ve anlıyorumki "bu vatan bizim ve bizim kalacak, çünkü uğrunda ölenler bundan gurur duyanlar". 


Yüzümü sağa çeviriyorum, gözlerimi acılar içinde açtığımda donakalıyorum. Babam. O da benim gibi şehitliğe ermekte, zar zor nefes alıyor, ellerini tutuyorum. Göz göze geldiğimizde birer damla gözyaşı dökülüyor gülümseyen yanaklarımıza, kalan son gücümüzle ellerimizi kenetliyoruz birbirine ve son nefesimizle başlıyoruz "La ilahe illallah Muhammeden resulullah", babam susuyor birden, ardından ben de susuyorum.
 




Hikaye olarak aklımdan geçenleri paylaştım sadece, gerçek bütün hayallerden daha hüzünlüydü o zamanlar, şimdiki koşullarda resmedilemeyecek kadar zordu. Mutlaka görülmesi gereken bir yer, milli bilinçten, dini görüşten uzaklaşmış nesillerin bazı şeylerin idrakına varmaları için gerek duydukları tek yerdir zannımca. Ama konumuz ne o ne bu, konumuz biz bugün bu hale nasıl geldik de birbirimizi öldürmeye başladık?

Mevzu bahis vatan olunca geri kalan her şey önemsiz kalıyor. Hele ki uğrunda ölenleri düşününce tek karış toprağını vermeyi bile düşünmek istemiyor insan. Dikkatinizi çekerim bunun milliyetçilikle bir alakası yoktur, aksine milliyetten bağımsız vatan fikridir bizi bu topraklarda yaşatan. Bu günlerde de en çok bu koyuyor bana. Çanakkalede verdiğimiz 30000 şehidin üzerinden geçen onca zamanda bir o kadar daha insanımız öldü, Çanakkalede ecnebi bir topluluğa karşı nefsi müdafa hakkımızı kullanarak aslanlar gibi savaştık ve yedi düvele bu toprakların bizim olduğunu gösterdik, herhangi bir iç kimliği düşünmeden. Ancak bugün birbirimizi öldürmek için karşılıklı olarak milyarlarca dolar harcıyoruz ve sonuçta da elimizde kalan birbirimizin kanı oluyor sadece, vatan toprağını kardeş kanı ile suluyoruz. Her iki tarafta da birbirine komşu anneler ağlıyor, aynı yaşlarda, aynı sınıflara giden, aynı kitabı okuyup aynı şarkıyı söyleyen çocuklar yetim kalıyor, biz erkekler ve erkek gibi kadınlar elimizdeki silahları birbirimize doğrultmuş öz vatanımızda yurtsuz kalmış gibi soru sormadan birbirimizi vuruyoruz.

Bu savaşı ilk kim başlattı, ilk kimler kardeşi kardeşe düşman etti, ilk kim kurşun attı, ilk kim öldürdü bilmiyorum ama Allah hepsinin belasını versin diyorum. Hangi taraftan olursa olsun, savaşı başlatanlar bu vatana ihanet edenlerdir.

Bir Kürt arkadaşım şehitlikleri gezerken ve Tunceli'li bir şehidi gördüğümüzde şu sözleri sarf etti: "Vatanı uğruna ölen bu insanı korumak için atılan bomba şimdi kendi topraklarına atılıyor". Düşündüm, bir cevap veremedim, çünkü bu savaşta haklı bir taraf yoktu, sadece sonuç vardı ve hem o hem ben üzülüyordum böyle olmasına. Oysaki ne ben ne de o milliyetimizi seçebilmiştik. Seçme hakkımız olmayan bir şey içindi savaşımız.




"Şüphesiz, Allah Katında sizin en üstün (kerim) olanınız, (ırk ya da soyca değil) takvaca en ileride olanınızdır. Şüphesiz Allah, bilendir, haber alandır." - Hucurat Suresi


"Ey İnsanlar! Rabbiniz birdir. Babanız da birdir. Hepiniz Âdemin çocuklarısınız. Âdem ise topraktandır. Allah yanında en kıymetli olanınız, Ondan en çok korkanınızdır. Arabın Arap olmayana takvâdan başka üstünlüğü yoktur" - Hz. Muhammed - Veda Hutbesi


Son 197 günde 65 şehit verdi bu ülke. Karşı tarafın zaiyatını bilmiyoruz bile. Ölenlerden ikisi asker bile değil, birisi henüz 17 yaşında genç bir kız, diğeri daha 2 aylık evli bir hanım kız, şehit askerlerden birinin eşi Kardelen Ayşe diye bildiğimiz Doğuda okuma seferberliğinin sembolü. Bana hiç kimse açıklayamaz bu olanları, genç yaşta ölenlerin neden öldüğünü. Artık mevzu vatan istemekten, hak talep etmekten ya da vatanı korumaktan çıkmıştır. Mesnetsiz bir savaşın ortasında dipsiz bir kuyuya düşüyoruz.

Bu toprağın insanı inatçıdır, yenilgiyi kabul etmez, hatalı olduğunu kabul etmez, her iki taraf da bu topraklardan yetişen insanlar, her iki taraf da inatçı, her iki taraf da çekilmeyecek ve bizler sırf inadımız yüzünden ölmeye devam edeceğiz.

Ben bu savaşın ortasında doğdum, büyüdüm ve yaşlanıyorum, savaş devam ediyor, zamanında ne yaptığını bilmeyen dangalakların yüzünden başlayan savaşa artık ölü adayıyım, benim isteğim ve gücüm dışında gelişen hem de en önemsiz bulduğum milliyet yüzünden böyle bir adaylığa layık görülüyorum. İnanmadığım bir şey uğruna nasıl savaşabilirim? Vatan mevzu bahis olduğunda elbette görevimi ifa edeceğim ama milliyet benim için kutsal değildir, özgürlüğümün teminatı ve asıl kutsal olan Vatan'dır ve vatan şu an savaşmaya devam eden herkesindir.

Sloganlarla bu savaşı savunuyor her iki taraf da, şehitlik mertebesiyle avunuyor / avutuluyor her iki taraf da, anlamıyor musunuz yahu yitip gidenler bu ülkenin geleceği, insanlar ölüyor dışarıda, okumuş, evlenmiş, evlenecek, baba olacak, bir gelecek planı olan insanlar, askerliği bitirip gelmeyi, önlerinde uzun bir ömür olmasını umut eden 20'lerindeki gençler onlar, evlatlarımız, abilerimiz, kardeşlerimiz... 20 yıllık savaşta gelinen nokta 30000 insanın canına kıymaya değdi mi sizce? Peki değmesi için daha kaç canı kurban edeceğiz bu yolda?

Çözüm nedir? Çözüm sensin, çözüm benim, çözüm biziz. Bu savaş silahlarla bitirilemeyecek bir savaştır. Çünkü savaş ilk kurşun atıldığı andan itibaren siyasi bir boyut kazanmıştır ve ölümler kötü niyetli siyasete güç vermekte. Çözüm savaşın gereksizliğini anlamakta yatıyor, bu vatanın hepimizin olduğunu anlamamızda yatıyor, yorgan gitti kavga bitti noktasına gelmeden kendimize çeki düzen vermemiz gerektiğini görmekte yatıyor.

Tamamına yakını müslüman olan bir ülkede, Allah'ın ve Peygamberinin kapı gibi sözleri dururken, milliyeti savunup sırf bu yüzden adam öldürmek mantıklı gelmiyor bana, bir terslik var bu işte. Her şeyimiz "sözde" kalıyor artık, ben buradan bunu anlıyorum.

Bu savaşı bitirmeye yönelik Vatan'ın bölünmesi harici her türlü fikir dinlenilmeli, değerlendirilmeli ve acı verse de uygulanmalıdır, yoksa inat uğruna ölmeye devam edeceğiz. Bizlere düşen görev susmamak, Vatan'ın sadece haritasal bütünlüğüne değil içindeki değerlere de sahip çıkmak, bunu sağlayacak olan siyasi iradeye destek vermektir.

16 Haziran 2010 Çarşamba

Seni yerlerde göklerde bulamazlarken, bende gizli olduğunu sezenler olmuş



İllaki birisi vardır derinlerinde, hüznünün kaynağı, pişmansan pişman olmana sebep, mutluysan mutluluğun sembolü, her zaman birisi vardır, en azından "O" hayaline sahipsindir, bir gün gözlerini diktiğin kapıdan adımını içeri atacak biri.

Sevgiyi ilan edercesine yan yana, diz dize, göz göze olamaz bir takım hüzün bağımlıları, öyle öğrenmiştir çünkü büyük aşklar kolay olmayanlardır diye, bir anda olup bitiyorsa bir terslik vardır çünkü, sınavda kolay soruları gören öğrencinin "kesin bir pislik var" deyip aynı sonucu defalarca bulması gibi. Aşk'ı gözünde büyütür, ulaşılamaz yapar, uzanamayacağı yere koyar ve nihayetinde ulaşamaz, aşkın hüznüne alıştırır, kendini kedere bağımlı yapar aşkın eşik değerini artırırken. Saklı tutar sevgilinin ismini, cismini, kimse ona aşık olduğunu bilmesin ister ama herkes aşık olduğunu bilsin ister.

Türkü ve içli şarkıların alayında böyledir. Her şey "O"na yazılır, söylenir ama onun bir ismi yoktur. Söyleyen aşık olduğunu bas bas bağırır ama sevgili gizlidir. Belki buna korkaklık diyebiliriz, kendini ya da aşkını sevgiliye ifade edememe korkusunun dile vurması olabilir. Belki öyledir, belki değildir. Ama bu tür şarkıların ve şiirlerin yeri başkadır benim  için.


seni yerlerde göklerde bulamazlarken...
bende gizli olduğunu sezenler olmuş...
dumlu dumluymuşsun yüreğimde..
kımıl kımılmışsın bileklerimde...


domur domur ter ışıl ışıl fer
ellerimde gözbebeğimde..


aramızda dağlar yollar yıllar var iken...
beni sana sımsıkı sarılı görenler olmuş...
sargın yaprakmışım dallarına
yangın toprakmışım yağmurlarına...


türkü olmuşsun... umudummuşsun
sevdama yarınlarıma...

14 Haziran 2010 Pazartesi

Zannetme ki pişmanlık mutluluk kadar ırak




git iş işten geçmeden, çok geç olmadan vakit
günahıma girmeden katilim olmadan git

git de şen şakrak geçen günlerine gün ekle
beni kahkahaların sustuğu yerde bekle

git ki siyah gözlerin arkada kalmasınlar
git ki gamlı yüzümün hüznüyle dolmasınlar

madem ki benli hayat sana kafes kadar dar
uzaklaş ellerimden uçabildiğin kadar

hadi git benden sana dilediğince izin
öyle bir uzaklaş ki karda kalmasın izin

kahrımın nedenini söylesem irkilirler
çünkü herkes beni Kays seni Leyla bilirler

sanırlar ki sen beni biricik yar saymıştın
oysa ki hep yedekte hep elde var saymıştın

hadi git ne bir adres ne bir hatıra bırak
zannetme ki pişmanlık mutluluk kadar ırak

sanma ki fasl-ı bahar geldiği gibi gitmez
sanma ki hüsranını görmeye ömrün yetmez

her darbene tahammül edecektir bedenim
gururum mani olur perişanıma benim

yari Ferhat olanın ellerle ülfeti ne?
Şirin ol katlanayım dağ gibi külfetine

henüz layık değilken tomurcuk kadar aşka
sana gül bahçesini kim açar benden başka

hercai arılara meyhanedir çiçekler
kim bilir şerefinden kaç kadeh içecekler ?

madem aşk tablosunun takdirinden acizsin
git de çağdaş ressamlar modern resimler çizsin

ne vedaya gerek var nede mektuba hacet
git de Allah aşkına bir selama muhtac et

güllere de aşk olsun gene sen kokacaksan
fallara da aşk olsun gene sen çıkacaksan

kopsun nerden inceyse artık bu bağ bu düğüm
her gece daha berbat daha vahim gördüğüm

korkulu düşlerimi yorumdan kaçırıyorum
sırf sana üzülüyor sırf sana acıyorum..!

git iş işten geçmeden çok geç olmadan vakit
günahıma girmeden katilim olmadan git...

hadi git..............

- Cemal Safi -

16 Mayıs 2010 Pazar

Aşk dediğin öyle bir şeydir ki

Aşk dediğin öyle bir şeydir ki
kimi tek gülüşle abad olur
Pervane gibi ateşe gider kimi
yar yolunda bitap düşer, harap olur
Kimse bilmez aslında aşk nedir, neye benzer?
Bir zaman gelir, yar yüzünde ayan olur.

Rab yazar, kul sezer, kul anlar
idrakında yar kucağı mabed olur
Mabedinden yoksun dua, yoksul dil
söz söyleyecek olsa yalan olur

Aşk dillendirir, aşık suküt eder
sinede beslenen hep olgun olur
Sevda tez tüketilmez bilesin
yoksa gönlün sonu viran olur

Aşk kayıp değildir, bulduğunu sanma
senin olmayan bir an gider, hüsran olur
O sana geldi mi de sakla mahreminde
El değer, dil kırar, hazan olur

Her derdin bir dermanı var ise
bu gönlün yarası o dilrüba olur
bir nazarında gizlidir bütün alem
Eriştim mi bir kez, ruh ram olur
Kalp meyletmez başka bahara
ederse akan kanı ziyan olur

Fatih Çelik / 16.05.2010 / İstanbul

3 Mayıs 2010 Pazartesi

Kariyer, özgürlük, uçmak ve düşmek / Up in the Air

Yorgun argın eve kendini zor attığın zamanlar olur ya sevgili okuyucu, bu akşam benim için öyleydi işte. Gün boyu zihnin tükettiği bedenimi bilgisayar karşısına, düşüncelerden usanmış halde bıraktığımda yapmak istediğim tek şey film izlemekti. Film izlemenin insanı aptallaştırması, daha doğrusu beynin işlevini minimuma indirmesi ihtiyacıydı böyle olmamın nedeni. Baktımki izlenmeyi bekleyenler listesinde adını çok kez duyduğum Up in the Air var, bıraktım kendimi sinemanın dayanılmaz çekiciliğine.

Bu film kimlere hitap eder? Eğer bir devlet dairesinde çalışıyorsanız ya da masa başı bir işiniz varsa, olabildiği kadar stabil bir hayat sürüyor, ev, araba planları yapıyorsanız, yeni mobilyalar, mutfak, cicili bicili yeni dekorasyon malzemeleri arıyorsanız, evliliği, çoluğa çocuğa karışmayı çok yakın görüyorsanız, üzgünüm, bu film sizin için değil. Zevk almayacağınız için değil, yeteri kadar üzülemeyeceğiniz için.

Ryan (George Clooney) insanları kovmak için şehir şehir dolaşan bir nevi İnsan Kaynakları uzmanıdır [gerçi tanım olarak tam tersi oluyor] ve hayatından bir kesiti bizimle paylaşıyor. Filmin üzmek, "bak benim hayatım böyle, sen sakın yapma" demek, mesaj vermek gibi bir derdi yok. Sonu ile zaten böyle bir amacı olmadığını da gösteriyor ama ister istemez üzülüyorsunuz naifçe.

Ryan, bir taraftan da boş bir sırt çantası ile sunumlar yapıyor. Özgür olmanın sırtımızda taşıdığımız yük ile ters orantılı olduğunu anlatıyor. Ne kadar çok yük taşırsak o kadar özgürlüğümüzden feragat ettiğimizi söylüyor. Tabi burada yükten kasıt evimiz, arabamız, borçlarımız, arkadaşlarımız, sevdiğimiz insanlar, vs... olduğunu söylüyor. Film boyunca görüyoruzki Ryan bir kuş kadar özgür(!), hiç bir yere bağı yok, ama bu derece özgürlük mutluluk getirir mi? Film soruyor ama cevap...izleyici de bitiyor.

Filmin hoşuma giden kısımları daha çok günümüz gençlikten olgunluğa geçenlerin (25 - 35 yaş diyelim biz ona :) ) düşüncelerine, özellikle bol seyahat edenlere, henüz bir şeye ya da bir yere bağlanamamış olanlara, yerleşik hayal kuramayanlara tercüman olması, ortalama üstü bir hayat sürüp, sürdüğü hayatı tanımlayamamış olanlara tercüman olması. Daha doğrusu onların sorularını elinden geldiğince sormaya çalışıyor.

İzlemesi keyifli ve yukarıda bahsettiğim kişilerin daha çok hoşuna gidebilecek bir film. İzlemek isterseniz, iyi eğlenceler.

http://www.filmarasi.com/Movie.aspx?ID=565321

2 Mayıs 2010 Pazar

90'lar gibisi var mı?

Akşam akşam elmailearmut.com'da 90'ların şarkılarının karşılaştırıldığını görüp mutlu oldum, hem de ne mutluluk saatlerce neynanına, yekke yekke mua deyip kendimden geçtim. buyurun siz de geçin, geçmişin tadını çıkarın