30 Mart 2010 Salı

Modern çağın Romeo + Juliet'i / City Of Angels

City Of Angels'ı en son ne zaman izledim hatırlamıyordum. Araya hasretlik girmişti, o tadı, aşkın nelere kadir olduğunu, fedakarlığı zamane filmlerinde bulamadığımdan olsa gerek hasretliği bitirmeye karar verdim ve indirip izledim tekrardan.

Filmi şu anki görmüş geçirmişliğimle değerlendirdiğim vakit, alt metnin ve oyunculuğun duygusal anlar dışında kötü olduğunu görebiliyorum. Ancak senaryonun zamanına ve o zamanki yaşım düşünüldüğünde hayat tecrübelerime göre kabımdan fazlasını doldurduğunu ve taşırdığını anlayabiliyorum. Hala yana yakıla filmi aramam da bundandır.

Meg Ryan hayranlığımın başladığı yerdir, her ne kadar şimdilerde o eşsiz güzelliğini estetik ameliyatlara kurban etse de.

Başlığı Modern çağın Romeo + Juliet'i diye atmamın bir nedeni var tabiki. Metni filmden ayırırsanız, o şaşalı cümleleri çıkarırsanız her iki senaryonun omurgasında sevgili için yapılan fedakarlığı görürsünüz. Her ne kadar Romeo + Juliet'in sonu daha yaralayıcı olsa da bu film de az buz acıtmaz insanı. Hatta kimilerini paramparça eder.

Aşk bir bakıştır, sevgilinin gözlerinden ötesini görebilmektir. Uzun bir yoldan gelen yolcunun rahat bir yatak bulduğunda yaşadığı mutluluktur, yerini bulmaktır bir bakışta. Aidiyetin keskin tarafıdır bakış.
Aşk bir dokunuştur, tenin teması kadar basit değildir. İki derenin birleştiği yerdir dokunuş, dünyanın farklı yerlerinden fışkırıp, akıp, tek bir yerde, her iki tende, tek bir dokunuşta ruh denizini beslemektir. "O"nu hissetmek, varlığını varlığına perçinlemektir.
Aşk tatmaktır, sırf mutluluğu tadacağını sanmak aşkı yanlış anlamaktır. Aşk çoğu zaman tek bir güle erişmek için diken bahçesini geçmeye benzer. Acı, aşkın yaveridir, keder, hasret ne kadar büyük olursa aşk da o kadar büyük olur. Yalnızca mutluluktan tat alan aşk yavandır, eksiktir. Kremalı pastaya heves edip sadece bir küp şekeri yemek gibidir.
Aşk fedakarlıktır, bencillik diyenlerin aksine "Sen"i öne sürer aşk. Ben, sen, biz diyebilmek dile kolaydır. Aynı onun için ölmek gibi. Ölmek kolaydır çünkü, insan yükünü sırtlayamadığında tercih eder ölümü. Ancak aşk, sırtlanmak ister, ölümü, yaşamı, yaşarken çekilecek her türlü çileyi "göze alabilmektir" aşk. Uğraştırır insanı, yorar, hayatı, kendini-aşkı sorgulatır. Bunca fedakarlığa, çileye karşın sonunda ayakta kalabilmektir aşk.
Aşk ne kavuşmaktır ne kavuşamamak, ait olduğun yeri bulmaktır. Kimi zaman bir anlık, kimi zaman bir ömür boyu, bazen sonsuza kadar, çoğu kez hiç bir zaman. Bu yüzden, "imkansız" insan zihninde yer bulamadığından bulduğumuza inandırırız kendimizi, çünkü daha az acı verir, inanmak aramaktan yorulan bedenleri dinlendirir.

Film "dokunmak" sözcüğünü sıkça kullandığından yıpratmış olsa da hayatımıza kattığı tattan dolayı affedilebilir.
Viva Meg Ryan!

"Her şeye değerdi
saçını bir kez koklamayı
bir tek öpücüğünü
elinin tek bir dokunuşunu
sonsuzluğa tercih ederim.
Tek birine bile."

15 Mart 2010 Pazartesi

Komedi mi Dram mı? / Dan in real life

Romantik komedi dağarcığıma bir yenisini daha büyük keyifle eklemiş bulunuyorum. Dram yanının da bulunması ise en büyük kaçış noktam :)

Steve Carell'ı Evan Almighty'i izledikten sonra otomatikman Jim Carrey ile karşılaştırmaya başlamıştım. Nedeni gayet basit filmin ilkinde [Bruce Almighty] Carrey oynamıştı. Doğruyu söylemek gerekirse de Carell'ın oynadığını [Evan Almighty] daha başarılı bulmuştum. Carrey iyi oyuncu ama filmleri tamamen kendi başarısının üzerine kurulu, yani oynadığı filmlerin senaryoları genelde kötü oluyor. Carell bu noktada daha şanslı, daha doygun senaryolar ile tadı damakta kalan filmlerde oynuyor. Aslında aynı kulvarda olsalar da farklı yönlerde koşturuyorlar.

"Dan in real life" beklentimin ötesinde bir film. Köşe yazarı olan eşini 4 yıl önce kaybetmiş 3 kız çocuğu sahibi Dan'in ailesini ziyareti sırasında başından geçen olaylar silsilesi anlatılıyor.

Film kesinlikle eğlenceli. Carell'ın mizahını artık anlıyorum. Olaylar karşısında verdiği umarsız, beklenmedik ya da olağanın altı tepkiler ile güldürmeyi başarıyor. Bu filmde de sanatını konuşturması için oldukça fazla tepkisiz kalarak tepki verebileceği şeyler oluyor.

Filmin çekildiği yere bakarsak genelde tek bir ev içerisinde olup bitiyor her şey, doğal ortam ve oyuncuların bu doğallıkla bütünleşmeleri bir anda sarıveriyor. Geç vakitte izlemeye başlarsanız illaki "Çok geç olmadan bitse bari" fikri gelecektir aklınıza ama bittiğinde "ne çabuk geçti" diyeceksiniz.

Satır aralarında geçen güzel sözler de cabası.



14 Mart 2010 Pazar

A Lot Like Love

Ashton Kutcher ve Amanda Peet'in oynadığı bir romantik komedi, A lot like love. Konusu klasik olsa da ve hatta azıcık izleyiciyi zorlasa da izlenebilecek, keyif alınabilecek bir film. Neticede hiç bir romantik komedi sürpriz sonla bitmez.

Serendipity ile karşılaştırılmış bazı yerlerde. Konu olarak elbette benziyor çünkü konusu aşk ama içerik olarak oldukça farklı. Biri şans daha doğrusu kader olgusu üzerine giderken diğeri kişisel arzular, istekler üzerine gidiyor. Serendipity kaderin üzerimizdeki etkilerini gösteriyor, bu film bizim çabalamalarımızı. Hangisi doğru? Sadece biri mi yoksa her ikisi de mi?

Bir adam bir kadını görür
Bir adam bir kadını sever
Bir adam o kadını ister
O kadın o adamı sever
O kadın o adamı ister




Romantik komedilerde satır aralarını farklı şekillerde doldurabilirsiniz:

1. rüzgar eser, adamın elindeki kağıt uçar, kadının ayaklarını ucuna konar, kadın kağıda eğilir, kalktığında sokak lambasının aydınlattığı adamı görür, gözleri dolar, birbirlerine koşarlar, kucaklaşırlar, öpüşürler, seni çok seviyorum der her ikisi de

2. rüzgar eser, adamın elindeki kağıt uçar, kadının ayaklarının ucuna konar, kadın sokak lambasının altında yaklaşmakta olan adamı görür, kağıda eğilir, gözleri dolar, birbirlerine koşarlar, kucaklaşırlar, öpüşürler, seni çok seviyorum der her ikisi de

3. rüzgar eser, adamın elindeki kağıt uçar, uçan kağıdın peşinden koşan adama kadının çağırdığı taksi çarpar, taksi bekleyen kadın arabanın çarptığı adamın yanına koşar, kağıt parçası bir yere konar, kadın adamı gördüğünde ağlamaya başlar, adamın sadece tek bir cümlelik hakkı kalmıştır hayatta ve her ikisi de seni çok seviyorum der

4. rüzgar eser, adamın elindeki kağıt uçar, adam uçan kağıda bakar, ardından koşmaya yeltenir ama yapmaktan vazgeçer, yoldan bir taksi çevirir, kadın çağırdığı taksiyi beklemektedir, kağıt ayaklarının ucuna konar, kadın eğilir, bakarki üzerinde ismi ve numarası yazılıdır, heyecanla etrafa bakınır, o esnada yanından başka bir taksi geçer, taksinin içinde adam yüzünü kadının aksi yönüne çevirmiş şehrin ışıklarını izlemektedir, her ikisinin de gözleri dolar ve seni çok seviyorum der

5. rüzgar eser, adamın elindeki kağıt uçar, adam uçan kağıda bakar ama koşmaktan yorulmuştur, kağıda arkasını döner ve yavaş yavaş yol kenarındaki banka doğru ilerler, cebinden küçük cep kanyağını çıkarır, başı öne düşer, gözleri dolar, uçan kağıt kadının ayaklarının ucuna konar, kadın üzerinde ismi ve numarası yazılı kağıdı alır, bakar, heyecanla kağıdın geldiği yöne doğru koşmaya başlar, bankta oturan adamı görür ve yavaşlar, yürümeye başlar, topuklu ayakkabılarını çıkarır, adama doğru ilerler ve banka oturur, adam kafasını kaldırır, kadın gözlerinin içine bakmaktadır, bir müddet bütün düşünceden uzak halleriyle bakışırlar, ağlamaktadırlar, kadın elini adamın yanağına götürür, seni seviyorum der, adam seni seviyorum der, kadın adamın omzuna koyar başını, susarlar

6. rüzgar eser, adamın elindeki kağıt uçar, adam "sittir et" der, bara geri döner, uçan kağıt kadının ayaklarının ucuna konar, rüzgardan üşüyen kadın üzerine bir şeyler almak için eve geri döner, kağıt rüzgarla yeniden havalanır, adam barda tanıştığı kızla evlenir, kadın üzerine aldığı şalla arkadaşına gider, arkadaşı birini ayarlamıştır ona, evlenirler, vakit geçer, yıllar sonra kadının eşi ile adamın eşi iş arkadaşı olurlar, bir şirket yemeğinde eşleriyle beraber katılırlar, adam ile kadın karşılaşırlar, eskilerden bahsederler, gülerler, "ne salakmışız, hahaha" derler, gülerler, ayrılırlarken göz göze gelirler, her ikisi de "seni sevmiştim" der kendi kendilerine, bir an birlikte olsalardı ne olurdu diye düşünürler, eşlerine bakarlar, düşünmekten vazgeçerler, "görüşmek üzere" deyip bir daha görüşmezler

Vesaire... Vesaire... Vesaire...

Vay be, baya bir olasılık varmış aslında, yaşamakta olduğumuz hayatlar... yaşama ihtimalimiz olan hayatlar... katrilyonda bir ihtimali yaşıyoruz demekki. Şans, kader, kişisel müdahale, kaderi zorlama, nasip, kısmet, hayatın kendi ellerimizde olma düşüncesi... Adı ne olursa olsun ihtimali değiştirmiyor. Gerçekleşmesi imkansız bir ihtimali gerçekleştiriyoruz.

Devekuşu

Kafayı koda gömme vakti geldi. Son 3 haftadır aklımı kemiren fikri gerçeğe dönüştürmek için çalışmalara başladım. Yakın bir zamanda [derken 3 ay gibi bir süre] master piece'mi kullanıma açmayı planlıyorum. Dünyanın geleceğini olmasa da en azından benimkini etkileyecek olduğu aşikar.

Projelere başlarken özellikle bu moda [her şey çok güzel olacak] bürünüyorumki kişisel motivasyonumu kaybetmeyeyim. Kimileri vardır bir şeyler yapmak için diğerlerinin gaz vermesine ihtiyaç duyar, kimileri vardır yalnızca söyleneni yapar, kimileri de vizyon belirler, diğerlerine gaz verir ve ne yapılacaklarını söyler. Sanırım ben son gruba giriyorum. DISC profilimden [D / CD] kaynaklı olabilir, ya da DISC profilimin öyle çıkmasının nedeni böyle olmamdır. Birilerinden emir almak ya da ne yapacağımı söylemelerini beklemek iş yaşantısında en rahatsız olduğum şeylerin başında geliyor. Bir şey daha varki gıcık olma listemde Top 10'da 1 numara, sürüncemede kalan işlerin ne olacağını beklemek. Hem iş yaşantısında hem normal hayatta belki de hiç bir şey insanı bu kadar sıkıntıya sokamaz: Belirsizlik. Sırf bu yüzden sonu kötü bitse de sırf bitmesi için, sürüncemede bırakmamak için meselelerin üzerine gidilmeli.

Beynimin frontal lobuna bu 3-4 aylık süreçte fazlasıyla ihtiyaç duyup şekere gömüleceğim gibi görünüyor. Haydi bismillah...

5 Mart 2010 Cuma

Tutsak duvarlar

Bir başlangıcım yok ya da bir sonum
sanki hep olduğum yerdeydim
geçmişi anımsıyorum
hayal meyal
ve gelecek hep geçmiş gibi
sanki olduğum yerde büyüttüm kendimi

Hayal meyal hatırlıyorum
Kadınlar vardı, adamlar vardı
Büyüyen, büyüyen çocuklar vardı
Hepsinin ortasındaydım
Kelimelerim isyandan bihaberdi
Yolun, gençliğin, zamanın ortasındaydım
Sevginin, aşkın, yalnızlığın
İnsan olmanın, güvenin, ihanetin ortasındaydım
Bir an gözlerim kapandı
Bir an gözlerim doldu
Bir an gözlerim açıldı
Hepsine hiç olmadığım kadar uzaktım?

Bucaksız bir yolun kıyısında küçük bir istasyon
Giden gelenden hep bir fazla
Kaldırım taşlarının ve topukların kırıklığı
Her trenin titrettiği özgür raylar, tutsak duvarlar
Gelene duyulan güven, gidenin bıraktığı nefret
Aşka duyulan özlem, özlemin yarattığı aşk
Sonsuz bir döngünün içinde hep durgunluk var
İnsan...
hepi topu bu kadar