23 Kasım 2010 Salı

İşte gidiyorum



Gitmek... gönlün bir parçasını gönülsüzce geride bırakmak... adım atmayı kolaylaştırmak için kötü anıları hatırlamaya çalışmak... her seferinde iyilerin üstün gelmesi... ve alt edilmek kendi zihninle...

İşte gidiyorum, bir şey demeden, arkamı dönmeden, şikayet etmeden... ard arda konulmuş sözcüklerden bir cümle etmediği zaman, gitmek gerek. Anlamsız, amaçsız, yersiz yurtsuz kelimelerin hamallığını yapmamalı insan, boşu boşuna yormamalı kendini. Gitmesini bilmeli. Ve anlamalı ki ardına dönüp bakarsa bir kez, şikayet eder, söylenirse gidemeyecek demektir... kalmayı da beceremeyecektir.

Hiç bir şey almadan, bir şey vermeden, yol ayrılmış, görmeden gidiyorum... Hayat asla umduğun gibi gitmez, yaşamın esrarengizliği de budur aslında. İstersin... çok istersin... uğrunda ne çok şey yaptığını anlatırsın kendine... ne çok yorulmuşsundur, ne çok hırpalamışsındır kendini... kulak verirsin kendine... suçlu o'dur her zaman... aldatırsın kendini... maksadın da budur zaten, başka türlü gidemezsin... Hiç bir şey almamışsındır, hiç bir şey vermemişsindir... yol ayrımına gelip de boş ellerinle yumruğunu sıktığında anlarsın.

Ne küslük var ne pişmanlık kalbimde, yürüyorum sanki senin yanında... Kendi içine kıvrılıp gözlerini kapadığında, başını dizlerinin arasına saklayıp var gücünle yokluğu paraladığında, başlarsın vazgeçmeye... Güçsüzlüğünün farkına varırsın nihayet... zamanda herhangi bir anda güçlü olup olmadığının önemi yoktur... zihnindeki boşluk dolduruverir yüreğini... ne küslük kalır geriye ne pişmanlık... maziyi ceketinin iç cebine koymuşçasına tedirgin devam edersin yoluna, hatıralar eşlik eder... yanında yürüyormuşçasına...

Sesin uzaklaşır her bir adımda, ayak izim kalmadan gidiyorum... Unutmak kabiliyetini keşfedersin saatin tik tak seslerini duyduğunda, "tik" bir anı gelir aklına, "tak" hiç olmamıştır aslında, "tik" olduğuna yemin edersin, "tak" ispat edemezsin, "tik" 'mazi' diyorum duysana!, "tak" mazi bir hayal anlasana! Ne rüyaya bir şey katabilirsin ne de o rüyadan bir armağan getirebilirsin, uyanacaksın sonunda, ne ayak izi(n) kalacak ne sesi(n) ne nefesi(n)... her adımda uzaklaşacaksın, her adımda azalacak sesi... ve bir gün, onun var olduğuna kendini bile inandıramayacaksın... tik tak...

Gidebilmek için böyle aldatmalısın kendini... çünkü karanlıktan korkarsın...

gerdiğin tel kalbimde kırılmadı, gönül kuşu şarkıdan yorulmadı, bana kimse sen gibi sarılmadı, ışığımız sönmeden gidiyorum.

7 Kasım 2010 Pazar

Muazzam bir dram / The Kite Runner

Khaled Hosseini'in aynı adlı romanından uyarlanan iç acıtan bir film The Kite Runner / Uçurtma Avcısı. Emir ile Hasan'ın çocukluk dönemlerinde başlayan arkadaşlıklarının yıllar sonra çok farklı ortamlarda büründüğü hal ve bu hale nasıl geldiği anlatılıyor.

"Kendi kendine ayağa kalkamayan bir çocuk, büyüyünce hiçbir şeye karşı koyamayan bir adam olur." diyor daha başlarda. Emir zengin ailenin tek çocuğu, korkak, destek bekleyen, eli kalem tutan ama gerçek hayatta cesaretten yoksun bir çocuktur. Hasan, Emir'in ailesinin hizmetinde çalışan, sadık, cesur ve gözünü budaktan sakınmayan asıl karakterlerden biridir. Emir ve Hasan iki iyi dosttur. Hasan hep Emir'in ardını kollar, korur. Ancak hayat karalanmaya hazır beyaz bir kağıda benzer. İlk çizikten sonra saf beyazlığı gider, göze kötü görünür. Hasan'ın başına gelenler, Emir'in korkup kayıtsız kalması, suçluluk duygusundan ve ne zaman Hasan'ı görse cesaretsizliği aklına geldiğinden yanlış şeyler yapar ve bir ömür boynunda taşıyacağı suçluluk madalyonunu boynuna takar. Olaylar gelişir...

Kitabını okumadan filmi izlediğim için yorumumda yanlış ya da eksik kısımlar olabilir, mazur görün lütfen. Film bir İslam ülkesinde, Afganistanda geçiyor. 1970'lerde başlayan film, 2000'lere bir anlamda Amerikanın Afganistana müdahalesinin bir öncesinde son buluyor. Rejim değişikliğini konusuna dahil etmiyor, öncesini ve sonrasını gösteriyor. Rusyanın işgali ve değişiklik olduğu dönemler konuşmalar ile takip edilebiliyor. Zaten mevzumuz da değişiklik değil öncesinde yaşananlar ile sonrasında devam eden olaylar bütünü.

Bundan sonrası ipucu içereceğinden izlemeyenlere peşin not: Mutlaka izleyin.

Filmin sahip olduğu en büyük koz: Masumiyet ve yitirilişi. Mevzu bahis olan çocuklar olduğu için etkileyiciliği de had safhada. Hasan karakterinin başına gelen olay sonrasında elinde mavi uçurtma ile seke seke ve ardında kan damlaları ile yürürken zannetmiyorum ki hiç bir insan evladı göz yaşlarını tutamasın. Ne kadar küfretsek yeridir, bunu ona yapanlara. Kaldı ki yıllar sonra benzer bir olayın çocuğunun başına gelmesi de göz yaşlarını kat be kat artırıyor. Sohrap'ı dansöz gibi oynatıp, tecavüz eden, İslam adına günah diye insanları zina yaptıkları için taşlayarak öldüren ama kendileri daha çocuk yaştaki yavrulara sulanan afedersiniz orospu çocuklarını görüp de sinirine hakim olacak kimseyi tanımıyorum.

Bu tür filmler yazarın uydurması değildir. Yaşananların edebi bir dille kağıda dökülmesidir. Sanırım o yüzden çok acıtıyor, gerçek olduğunu bilmek olanlar karşısında sessiz kalan beni insanlığımdan utandırıyor. Böyle şeyler yaşandığını bilmiyordum ama bilmem neyi değiştirecekti? Elimden ne gelirdi? Bilmiyorum! Ancak sessiz kaldığımız için hesabını vereceğiz gibi geliyor.

Keşke Osmanlının o ihtişamlı dönemindeki gibi olsak da zulüm gören kardeşlerimize zulmedenleri yerle yeksan etsek. Bir tarafından korkan bir millet olmak kanıma dokunuyor!

http://www.filmarasi.com/Movie.aspx?ID=3795

Elde var üç / New York'ta 5 Minare

Mahsun Kırmızıgül'ün senaristliğini ve yönetmenliğini yaptığı 3. filmi New York'ta 5 Minare vizyona girdi. İlk iki filmi hoşuma giden ve takdirimi kazanan Kırmızıgül'ün son filmini kaçıramazdım ve fırsat bulur bulmaz da koşarak [mecazen] gidip izledim.

Sanırım Amerikan tarzı ilk aksiyon filmimiz bu olsa gerek. Aksiyon sahneleri, Türk polisinin baskın yaptığı sahneler, silahlı çatışmalar, tüfek tuttulması, ucunda fener ve lazerlerin olması, tüfeğin ucundan çıkan ateşin püskürmesi, kurşunların hedeflerde bıraktığı izler, insanların ölüşleri/düşüşleri gibi detay ama gerçekliği sağlayan şeylerin yerli yerinde olması izlerken inanılmaz bir keyif verdi ve Türk sineması adına da umut vadetti. Kurtlar Vadisinde yaşanan öldürme sahnelerinde insanların tansiyonu düşmüşte dinlenecek yer arar gibi düşüşleri/ölüşlerinden, Polat Alemdar'ın bodoslama 14'lüsünü havaya sıkıp yerdekini vurmasından sonra yaraya merhem gibi geldi.

Açılış bu yönlerden oldukça doyurucu ve güzeldi. Ancak Mahsun'un çektiği tüm filmlerde yapmaya çalıştığı mesaj verme kaygısı ile film hiç gitmemesi gereken yollara saptı ve izlenebilirliği gitgide zorlaştı, alakasızlaştı, komikleşti ve hatta bir kısım izleyicilerin dram sahnelerinde kahkaha ile gülmelerine neden oldu. Bunun en temel nedeni olayların birbirini tetiklemesi gereken bir ortamda sahnelerin bağımsızlığını ilan etmesidir zannımca, filmden çıkarılsa hiç bir etki etmeyecek sahnelerin varlığı kafaları boştan yere karıştırdı. Senaryodaki devamlılık en büyük problemdi. Filmi izlenebilirlikten uzaklaştırdı. Filmin sonunu söylemeyeceğim elbette ama izledikten sonra farkedeceksiniz ki çok zorlama bir senaryo yazılmış, asıl olan olay nasıl oldu da taaa Amerikalara, FBI'a kadar gitti diyeceksiniz. Dedim ya mesaj verme kaygısı bazen bu tür şeylere yol açabiliyor.

Oyunculuklarda Haluk Bilginer en iyisiydi. Diğerleri hep ortalama civarı oynamıştı yani öyle vaav diyeceğim bir oyunculuk göremedim. Ancak bunun en büyük nedeni kötü ya da isteksiz olmalarından kaynaklanmıyor. Ki film adına en büyük korkum yabancı oyuncuların [diğer Türk filmlerinden alışkanlıkları] baştan savma iş çıkarmaları idi, çok şükür öyle bir şeyle karşılaşmadım. Oyunculara oynayabilecekleri derinliği ya da bir kimliği olan karakterler çizilmemişti ve ellerinden geleni yaptıkları halde, oyuncudan ziyade kukla gibi durmuşlar. Bunu en çok şuna benzettim, hazırlık sınıflarında İngilizce öğretmenleri hep konuşmamız esnasında Türkçe düşünüp konuşurken  İngilizceye çevirmeyin derlerdi, nedeni ise doğru düzgün cümleler kuramamaktı tabi ki. Senaryoda böyle bir hava vardı sanki. Yabancı oyuncuların replikleri Türkçe düşünülürken hemencecik İngilizceye yalan yanlış çevrilmiş gibiydi. İngilizce konuşmalar orjinal dilinde Amerikan filmleri izleyenleri oldukça hayal kırıklığına uğrattı.

Konuşmalar gerçek hayattan kopuk, eski Türk filmlerindeki anlamsız replikleri anımsattı. Çoğu boşmuş gibi geldi. Olaylar sözcükleri besleyemedi, sözcükler olayları tamamlayamadı gibi bir durum vardı. Bir de FBI Ajanlarına ders verdiğimiz sahneler vardı ki otur ağla o derece yani. Ki bir yerde de adamlar resmen "abi bir eşşeklik ettik, afedersin" noktasına geldiler.

Kırmızıgül'ün yönetmenliğini destekliyorum ama senaryo konusunda daha profesyonel olunması gerektiği kanaatindeyim. Mesaj vermek için film çekmek yerine, film çekip içerisine mesajlarını yedirmeye çalışsa çok daha iyi olacaktır.

Film zorlayıcı, kabul ediyorum. Ancak bu bünye ne kötü filmler gördü, onların yanında bu bir başyapıt kalıyor. Kaldı ki memlekette Recep İvedik gibi felaketler yaşanırken, senaryosu kötüydü, oyunculuklar kakaydı diye bir çırpıda silip atmak da hoş olmaz bence. Mahsun Kırmızıgül çektiği her filmle tecrübe ediniyor, ileride daha iyi işler yapacağına canı gönülden inanıyorum.

Türk sinemasında takdir görmek için sessizliği, uzun boş bakışları, dağı tepeyi seyretmeyi kullanmak lazım potasını kırmak gerekiyor. Diğer tarafta da kalitesiz, masrafsız, felsefesiz komedi filmleri furyasına da bir dur demek icap ediyor. Kırmızıgül'ün bence omuzlarındaki en büyük yük budur. Bu tür filmlere alternatif olacak yerli ve kaliteli içerik sunuyor kendisi, kötü yorumlardan ders alması, yılmaması gerekiyor. Ben her filmine gitmeyi kendime görev edindim. Bir sonraki filmini de heyecanla bekliyorum.

http://www.filmarasi.com/Movie.aspx?ID=565326

6 Kasım 2010 Cumartesi

Sadakat nasıl olur? / Hachiko: A dog's Story

Dün akşam Süleyman geldi, oturup lafladık. Sağdan soldan konuştuktan sonra bir film tavsiye etti, özellikle izlememi istedi. Tamam dedim, attım harddiske. Bugün hazır boş vaktim varken açıp izleyim dedim, tek kelimeyle darmadağın etti beni. Sol tarafta resmini gördüğünüz zat-ı muhterem var ya işte onun hikayesi, muhteşem bir sadakatin belgesi.

Olay tamamen gerçek. 1923-34 yılları arasında Japonyada yaşanan bir olay. Akita cinsi adını boynundaki tasmadan [Hachiko = Sekiz] alan Hachiko, Tokyo Üniversitesinde Profesör olan Hidesaburō Ueno ile bir tren istasyonunda karşılaşır. Profesör verecek yer bulamaz ve bakmaya başlar. Hachiko her gün Profesörü işe giderken istasyona bırakır ve işten dönerken de aynı yerde karşılar, her gün. 2 yıl süren bir birlikteliğin ardından Profesör ölür. Hachiko ise beklemeye devam eder, her gün aynı vakitte aynı yerde Profesörün dönmesini bekler. Tam 9 yıl, bekler bekler bekler... Hachiko öldükten sonra her gün beklediği yere heykelini dikerler ve günümüzde de bu heykel hala yerinde durmakta ve herkese sadakat dersi vermektedir.

Filmimiz 2009 yapımı başrollerinde Richard Gere ve Joan Allen'ın oynadığı Hachiko: A Dog's Story. Orjinal yapımı 1987 yapımı Hachiko Monogatari. Henüz izlemedim ama ilk fırsatta izlemeye çalışacağım. Nereden başlasam anlatmaya bilmiyorum. Filmde emeği geçen herkesi tebrik etmek gerek. Yönetmen ve senaristler neredeyse köpeği konuşturmayı başarmışlar, onun gözüyle görmemizi sağlamışlar ve duygularını müziğe vurarak en derinimizde hissettirmişler. İnsan oyuncuları bir kenara bırakırsak, daha enik halinden en yaşlı haline kadar olan bütün köpek oyuncular çok iyi eğitim almışlar ve en doğru kamera açıları ile oyunculuğun dibine vurmuşlar. Müzikler muhteşemdi ve filmin beğenilmesinde çok büyük pay sahibiydi.

İtiraf ediyorum, oturup hüngür hüngür ağladım, ağlamamak mümkün değil, duygulanmamak. 9 yıl usta! Taş olsa çatlar, insan olsa unutur, acısı hafifler. Sevgi, sadakat bu olsa gerek. Hiç hayvan sevmeyen şu filmi izlesin iddia ediyorum gördüğü ilk köpeğe sarılıp ağlamak isteyecektir.

http://www.filmarasi.com/Movie.aspx?SubTab=6&ID=44528
http://en.wikipedia.org/wiki/Hachik%C5%8D