28 Ocak 2010 Perşembe

Hayat

Aklına düşer
inandığın hayatın kıyısına vardığında
Düşünmeye çalışırsın yakınlığı ve uzaklığı
Ne bir yere yeteri kadar yakın olmuşsundur
ne de yeterince uzak
kendini kandırman saatini geri almandan bellidir
Bir boşluğu başka bir boşlukla doldurmaya çalışırsın
Aklına düşer
dudaklarının kuruluğu
ellerinin soğukluğu
ve eksikliği yaşadığını zannettiğin hayatın

Yitirilmiş bir hayattan belirsiz bir yaşamı çeker çıkarırsın
Ömrünün ortasına diktiğin duvarları yıkarsın birer birer
Koyduğun kurallar, prensiplerin bir çaresizlik anında yok oluverirler
O anda anlarsın yaşadığın "an"ı
sonrasından ziyadedir ve öncesinden
ne geçmişe borcu vardır ne de geleceğe itimadı
Aklına düşer
hiç yaşamadığın
son nefesin tekrarıdır her bir an
onca yaşlanmışlığa rağmen hiç yaşanmamışlığı

23 Ocak 2010 Cumartesi

Beni tamamla / Jerry Maguire

Uzun zamandır hard diskimde tüketilmeyi bekleyen bir filmdi Jerry Maguire. Filmin ne anlattığını bilmiyordum, yalnızca Tom Cruise'un oynadığını biliyordum. Cruise oldukça antipatik gelirdi bana, oyunculuğunu soğuk bulurdum. Bugün izleyecek alternatif bir film bulamadığımdan biraz da öyle ya da böyle vakit geçsin diyerek başladım izlemeye, hem de bütün Tom Cruise antipatime rağmen. Başlar başlamaz da bonus olarak küçücük, sevimli mi sevimli Jonathan Lipnicki ile sempatik ve bir o kadar da tatlı Renée Zellweger geldi.

Filme, FilmArasi.com'da 10 üzerinden 9 puan verdim. Belki ir sinema şaheseri değil ama inanılmaz keyifli. Belki de çekici tarafı dürüst olmaya çalışmış olması idi.

Sporcuların menajeri büyük Jerry Maguire'ın düşüşe geçme hikayesi merkezde olsa da izlerken aslında anlatılmak istenenin bu olmadığını idrak ediyoruz, hayat gibi aynı, merkeze koyduğumuz ama aslında o kadar da merkezde olmayan ihtiyaçlarımız ve amaçlarımız gibi yan konuların önemini anlatıyor. Diğer filmlerden ayıran özelliği de bu olsa gerek. Tek parça, tek amaçlı bir hayatı yaşayamayacağımızı, yaptığımız işin bizi biz yapmasını değil, kendimizi bulduğumuzda işimizi de hakkıyla yapacağımızı anlatıyor. Bir işi oldurmak için kasmaya gerek yok diyor, hatta sen istediğin kadar kasıl, kendini bilmiyorsan o iş olmaz, olsa da bir halta yaramaz diyor. Klişe, kişisel gelişim saçmalıkları ve boş viteste gaz vermek gibi gelebilir anlattıklarım ama öyle değil işte. İzlenmeli, hani hiç bir şey için izlenmese bile Ray rolündeki o tatlı mı tatlı eşşek sıpası için izlenmeli :)

Sevdim ben bu filmi, valla.

15 Ocak 2010 Cuma

Hayatın peşini bırakma / Little Miss Sunshine

İnanılmaz tatlı bir film. Afişine tav olmuştum ilkin, 2 boyutlu bir resme hareket kazandırmak ilk artısı olmuştu, gel zaman git zaman ancak izleyebildim.

Abigail Breslin'in o güzelim, şirin yüzü ve hafif göbeği, hani mükemmel bir çocuk profilinden çıkışı ve her zamanki şahane oyunculuğu ile keyif alacağınızı zaten ilk sahnelerde anlıyorsunuz. Oyunculuğun doğuştan geldiğine yavaş yavaş inanmaya başlıyorum onu gördükçe, bu kadar doğal ve iyi bir oyunculukla abilerine ablalarına ders verebilir.

Steve Carell'ı farklı bir rolle karşımda buldum. Olağan yavşaklığından uzaklaşmış, depresif bir karakteri canlandırıyor. Zaman zaman yavşaklık yapma girişimlerini de can çıkar huy çıkmaz diyerek geçiştirebiliriz. Ama sonuçta iyi bir oyuncu ve bu filme de çok şey katmış açıkçası.

Senaryo zaman zaman zorlama gibi gelse de vereceği mesajı göz önünde bulundurarak olması gerektiği gibi diyebiliriz. Ne uzatılıp filmin tadını kaçırmış, ne de eksik bırakılıp soru işaretleriyle yormamıştır.

Film karakterlerinin ortak yönü hepsinin en az bir şeyi kaybetmiş olmaları. Kimisi işini, kimisi planlarını, kimisi umutlarını kaybetmişler. Richard (Baba) kişisel gelişim uzmanı olup, insanları kaybedenler ve kazananlar diye ikiye ayırırken, film onu haksız çıkarmak için elinden geleni yapıyor. Çünkü:

"Asıl kaybedenler, kazanamayacağını düşünüp pes edenlerdir"

diyor satır aralarında. Minibüsün arkasından sürekli koşmalar ise "hayat ne kadar zor ve kötü olursa olsun peşini bırakma" mesajı veriyor sanki.

İzlediğinize pişman olmayacağınız güzel bir film.
İyi seyirler.

6 Ocak 2010 Çarşamba

Bir aşkın anatomisi / 500 Days of Summer


Şöyle izlediğim aşk filmlerini bir film şeridi gibi gözlerimin önünden geçirdiğimde bu film gibisini izlemediğimi farkettim. Belki de bana en çok hitap edenin bu olduğunu düşündüğümdendir.

Bir çok aşk filmi imkansızı, ulaşılmazı anlatır ancak her seferinde imkansız olan her şey bir anda olabilir hale gelir, biz izleyiciler de ablak gibi hayaller kurarız. Aşk üzerine yazılmış hemen hemen her söz, çekilmiş her film, söylenmiş her şarkı "O olduğunu hissedersin" üzerine kuruludur, yani gaipten gelen bir anlık hissin kutsallığı ve ebediliği üzerine kurulur. Her romantizm bağımlısı hayatı boyunca "o" kişiyle karşılaşmasında şimşekler çakmasını, hayatın bir işaret verir gibi aksamasını ya da duraksamasını, gözlerine bakarken kendinden geçmeyi bekler... bekler... bekler...

Bu film bir Issız Adam yüzeyselliğinden ya da Romeo Juliet derinliğinden uzak, olabildiğince gerçek. Oyuncu seçimleri ise muhteşem. Asıl kız rolünde bir meleği andıran Zooey Deschanel, asıl oğlan rolünde sıradan, platonik aşka meyilli, romantik bir adam Joseph Gordon-Levitt. Dünyanın yüzde 52,75'ini temsil edebilecek bir oyuncu seçimi ve karakter tercihi.

"Bir kadını unutmanın yolu onu edebileştirmektir." oldukça anlamlı geldi bana. Edebileştirmek = Ebedileştirmek = Ulaşılamaz yapmak = Unutabilmek denebilir bir bakıma.

Bundan sonrası biraz ipucu içerebilir, dikkat!

Hikayenin anlatılış biçimi de ayrı güzel. İlişkinin farklı zamanlarından farklı psikolojilerin gösterilmesi izleyen beyinleri dinç tutmakla beraber hem güzel giden şeylerin güzelliğini hem de kötü giden şeylerin kötülüğünü sorgulatıyor. İlk ilişkinin ertesi günü Tom'un etrafında olanlar ise mutluluğu çok güzel ve tam da olduğu gibi anlatıyor.

Kader kavramını öyle bir noktada yakalamışki, "evet" dedim "işte benim söylemekten muzdarip olduğum gibi" dedim. Kader asla senin düşündüğün gibi değil. Demek istediğim insan yalnızca kendi penceresinden evreni görmeye muktedir, "bu bir işaret" dediğin aslında sadece senin için değil bir başkası için de başka bir şeye işaret olabilir. Senin "O"nu bulmak için beklediğin işaret, onun da bir başkasını bulmak için beklediği işaret olabilir. Yani senin penceren küçük ve bütün bir dünyanın görüşüne sahip değilsin, yanlış giden şeyler büyük resme bakamadığın için yanlış görünmekteler.

Fazla sözü uzatmadan mesajımı vereyim: Mutlaka izleyin :)
İyi seyirler.

1 Ocak 2010 Cuma

Elif Şafak / Aşk


İlk okuduğum Elif Şafak kitabı olması ve iddialı bir biçimde adının aşk, konusunun Mevlana & Şems-i Tebrizi merkezinde kuruluyor olması benim için yeterli gelmişti. Okumam biraz uzun sürse de nihayetinde bitirmiş ve yeni kitaplara yelken açmış bulunuyorum. Yıllardır kitaplığımda bekleyen Araf'a selam ediyorum :) Şimdi de Dan Brown'ın yeni kitabı Kayıp Sembol'e başladım, oh ne güzel.

Elif Şafak'ın kaleminin resmettiği Aşk'ı yorumlamak istiyorum dilim döndüğünce.

Kitap 2 hikayeye sahip, Dış ve İç olarak adlandıracağım bunları. Dış hikayede 40'lı yaşlarda bir ev hanımının sorunları ve gelişimi anlatılıyor. İç hikayede ise Mevlana ve Şems'in birbirlerini bulmaları anlatılıyor. Bir romanda hem anlatım hem gelişim olarak birbirinden ayrı iki hikaye var. Özellikle kitabın ilk başlarında farkettim ki bu iki hikayenin yazarı da Elif Şafak ancak anlatım şekli ve akıcılık olarak birbirinden keskin hatlarla ayrılıyorlar ve okuyucu "hangi hikayedeyim?" gibi bir soruyla hiç karşılaşmıyor. Ben iç hikayeyi daha doyurucu, daha edebi, olay örgüsünü daha inandırıcı buldum. Dış hikayenin daha monoton, içtekinin ise daha hareketli ve anlamlı olması neden gösterilebilir tabi.

Anlatım şekli olaraksa Dış hikaye bir anlatıcı tarafından betimlenirken, içteki doğrudan karakterlerin kendi ağızlarından aktarılmış, ki bu benim her zaman sevdiğim bir roman yazma yöntemidir, daha samimi, okurken sanki kendim anlatıyormuşum hissine kapılıyorum.

İç hikayedeki karakterlerin detayları, farklı karakterlerin aynı olayları yorumlayış biçimleri, okuyucunun her bir karaktere ayrı ayrı bürünerek onlar gibi düşünmeye zorlanmaları inanılmaz bir tat bıraktı bende. Mutlaka okunması gereken bir kitap bana göre. Aşkın illaki iki karşı cins arasında yaşanabilecek kadar kısıtlı bir görüş olmadığı, aslında birbirini tamamlayan parçaların oluşturduğu fikirsel bütünleşme olduğu, ebedi iki dost ve aşık olan Şems ve Mevlana üzerinden dile getiriliyor. En iyi dostların da aslında birer aşık olduklarını anlıyoruz böylelikle, aşk bir olmaktır, tekliğe ulaşmak için yok olmaktır diyor, biz de alkışlıyoruz Elif Şafak'ı.

Yeni yıl

Öncelikle blogumu takibeden herkesin yeni yılını kutlar, daha güzel günler görmemizi temenni ederim.

Ülke olarak siyasi ve ekonomik yönden oldukça zorlu bir yıl geçirdik. 2009'u ülkenin kendi iç hesaplaşması olarak gördüm, inşallah 2010'da bu iç hesaplaşma netice verir, taşlar doğru yerine oturur. İlerleyen günlerde daha detay bir yazı ile de iki kelam etmeye çalışırım.

Bu yılbaşında Çetin, Selim ve Ali ile beraber fıstık yeyip, muhabbet ettik, diğer sohbetlerimizden farklı olarak ülkeyi kurtarma gibi bir çaba içerisine girmedik. Tek nedeninin Selim olduğunu düşünüyorum, bütün gün bizi sıraya dizip tek tek özenle dalgaya almasının payı büyük.

Tatilden önceki son iş günü olması itibarıyla baya zorlu geçti bugün, daha işe gelirken "bitse de gitsek" modundaydım. Yılbaşı partisinden hemen sonra eve kaçtık. Saat 8 gibi Çetin'le Selim geldiler, beraberce Kartalda Büyük Erzurum Sofrasına gittik. Maksat Erzurumdaki gibi bir Cağ Kebabı yemekti. Ayran Aşı ve Kadayıf Dolma fena değildi ama Cağ Kebabını beğenmedik, gözümde tüttü Erzurumda yediğim. Ağırlık çöken bünyeyi biraz hırpalamak için Maltepe sahilde yürüdük, sonra bir çay bahçesine oturup tekrardan sohbete kaldığımız yerden devam ettik.

Bir yılbaşında herkesin farklı eğlenme şekli vardır, kimisi içkiye doyup kendinden geçmek ister. Kimisi sükuneti tercih eder, bazısı muhabbet ister, bazısı şarkı söylemek. Ben artık hiç bir şey için hiç bir plan yapmadığımdan ötürü yılbaşında da ne olacağını beklemeye koyulmuştum, bu anlattıklarım oldu, güzel de oldu, önemli olan mutlu olmaksa gayet mutluyum. Teşekkürler Ali, Çetin, Selim.


***********


Beni bağışla Aşkım, aşkımı hoşgör artık
Beni hoşgör, beni bağışla, Seni seviyorum.

Yolsuz yordamsız bir kuş gibi öksendeyim
Yüreğim tir tir, örtüsünden kurtulmuş
Şimdi yoksul, şimdi çırılçıplak, şimdi soyunuk
Acını esirgeme benden, ko sarınsın yüreğim
Ko giyinsin, ko kuşansın, ko örtünsün. Sonra
beni bağışla Aşkım, beni hoş gör, Seni Seviyorum.

Eğer bir lokmacık bile sevemezsen beni,
Hiç mi hiç sevemezsen eğer
Acımı bağışla, beni hoşgör, Seni seviyorum.

Bana öyle eğri bakma, ırak durma ellerden
De, kuytuma çekilirim, de karanlığa kavuşurum
Sımsıkı tutarım ellerimle utancımı
Sarıp sarmalarım, dürüp bükerim
O an yüzün eğ benden Aşkım, kaçır benden
Beni hoşgör, beni bağışla, Seni seviyorum

Gün gelir, hayalin erişir karanlık yiter
Meyil verirsin bana, gün gelir
Şimdi çaresizim, yalnızım, kolum kanadım kırık
Beni bağışla Aşkım, beni hoşgör, Seni seviyorum

Seni seviyorum, yüreğim mutluluk selinde
Kapıp koyveriyor kendini gurbetlere varıyor
Gülme bu korkulu gidişime,Gülme bağışla Aşkım
Beni bağışla, beni hoşgör, Seni seviyorum.

- Beni Bağışla seni seviyorum / Tagore -