30 Temmuz 2011 Cumartesi

I need a coincidence

Bilmem kaçıncı kez izliyorum bu 500 Days of Summer şaheserini. Öyleki izlemediğim zamanlarda bir yanım "haydi artık çok uzun zaman oldu" deyip duruyor, kanıma giriyor, soluğu ekran başında alıyorum.

Daha önceki yazılarımdan birinde bahsetmiştim filmden ancak yine bahsetmek istiyorum, dilim şişmesin maksat. Taze taze izlemişken bir daha bir daha yorumlayayım.

Filmde Summer Finn'in ve Tom Hansen'ın ortak hikayelerini izlesek de senaryonun Tom'un bulunduğu ruhsal geçişlere odaklanması ile hikaye Summer ekseninde ilerleyip Summer'ın hikayesinden uzaklaşıyor. Onun yaşadıkları son sahnelere kadar açıklanmıyor. Dolayısı ile filmi Tom gibi takip ediyoruz. Bu yüzden sanırım Summer'a bu kadar kızmamız. Belki Summer'ın hikayesini dinlesek Tom'a "hey dostum senin problemin ne biliyor musun?" diye başlayan cümlelerle saldırabiliriz.

Senaryo yazarının detaylara gösterdiği ilgi takdire şayan. Her bir mimikte her bir harekette aleni bir çöküşü ya da olağanüstü mutlulukları anında görebiliyoruz. Filmin çekici olduğu kısımlardan biri de sanırım bu iniş çıkışlar. Bir an Tom ve Summer'la geleceğe dair mutluluk hesapları yaparken hemen ardından "n'oldu ya, niye böyle oldu ki!" saflığına dalabiliyoruz. Film en güzel tabir ile sempatik depresif.

Dış sesin de hastasıyım ayrıyeten. Çok ciddi bir şey anlatıyor gibi konuşup bildiğin geyik yapıyor. İyi de yapıyor yalan yok.

Bir gerçek daha dikkatimi çekti. Tom filmin başlarında ne kadar çocuksu ise sonlarına doğru da o kadar yetişkin idi. Sanırım filmin vermek istediklerinden, anlatmaya çalıştıklarından biri de buydu. Film, film olmaktan çok bir belgesele benziyor. Aşkın anatomisi, misyonu ve vizyonu üzerine anlatılmış güzel bir eser. İzleyin ef'em.

26 Temmuz 2011 Salı

Sen yağmur sonrası...




kalabalık bir sokak belki hayat
sen her köşe başı
yorgunluktan mı bu halim
düşünmek bile zor
kelimesiz geldiğim
fikirler yol almaz

dağınıklıktan mı bu halim
durulmak artık zor
geçmişte bitirdiğim
hüznümde hal kalmaz

dönüşmeden,
değişmeden gün olmaz
çare bulmaz
soluklanmaz zaman
yenilenmez yalan

toplanmamış bir oda
benle hayat
sen
yağmur sonrası...

Yüzüne bakıyordum, gözlerine, dudaklarına, bir gülüşten yakalayabildiklerimle yetinecektim hepi topu. Bir hayal yaratacaktım tozdan ve gazdan, yağmur yağdıracaktım, gözlerinde yedi renkten gökkuşağı. Bütün sesleri çıkaracaktım aklımdan, üryan kalacaktı kulaklarım, bir tek kahkahaların kalacaktı, bir tek...

Kelimeler kar edecek sanma, hiç bir sözlükte bulamayacaktın sana verdiğim anlamı. Hiç bir harf benzetemeyecekti seni, tanığı en şahane varlığa. Varlık kapısını kapattım senin için, çünkü varlığında hiç bir zaman benzetemeyecektim seni, sana.

Zaman doldurmaya anmamıştım adını, çünkü ne zaman aklıma düşsen zaman senle dolardı. Bardaktan boşalırcasına düşerdin dilime ve şarkılar sadece sana eşlik etmek için varlardı. Bir yaprak kıpırdardı rüzgardan ve sonra ayak sesleri aklımın en kaçkın yerlerinde. Gelmiş miydin?

Kitap aralarında saklardım seni, çocukluktan kalma bir alışkanlıkla. Oysa kelimeler susuzluğunu gidermezmiş  kuruyan bir çiçeğin, ne kokun kaldı geriye ne de rengin, çocukmuşum, masalmışım.

Sen, yağmur sonrası dinginliğim, cesaretin ardından gelen korkaklığım, düşüncelerimden sızan cümlelerim ve dilsizliğim... Varlığın, fikrin kadar güzel değilken girme kalbime, sen, varlığı kafirliğim...