29 Aralık 2012 Cumartesi

Ses * siz / lik




Sükunetinden dalgalanır deniz, kadim zamanlardan kalma bir savaşın mağlup tarafı: sessizlik. 
Kılıçtan geçirilmiştir dillerin ve dudaklarında kendi diş izlerin. 

Yapabildiklerinle yapabileceklerinin mukayese edildiği yerde, mağlubiyetin daha doğrusu kazanmak ile kaybetmenin arasındaki o esrarengiz arafta, kendinin düşmanı ve kendinin taraftarı olmaktır: sessizlik. 
Yarı ruh yarı cesedliğinin ayırdına varmak, ve bütün Tanrıcılık oyunlarının sonunda dizlerinin üzerine çöküp toprağı yağmur yağarcasına gözyaşlarınla ıslatmaktır: sessizlik. 
Sonbaharda bir yaprak kadar özgür olabilmek, dalından kopmak, sararmak ve savrulmaktır: sessizlik. 
Beklemek, amansızca beklemek, hiç bitmeyecekmiş, ezelden ebede sürecekmiş gibi beklemektir: sessizlik.
Sevginin o enfes tatminkarlığına kanmadan, yokluğun, O'nsuzluğun, çaresizliğin ve anlamsızlığın anlamını evvelden farkedip sözcükleri yutmak ve sımsıkı ve naif ve bir parçanmışçasına sahiplenerek avuçlarının sıcaklığını saklayabilmektir: sessizlik.
Verilmiş bir söz gibi umud etmek, güzele dair ne varsa, Yaradana, sevgiliye, anaya, babaya, evlada dair ne varsa, bir vuslat saatini, gizli kalmış bir iç çekişi, zamanı gelirse zaman kifayetsiz kalmasın diye umud etmektir: sessizlik.

Sükunetinden karalanır kağıtlar, kalemin ve silginin dostluğunun üzerinden kendine pay çıkarır sessizlik.
Sessizlik bir ateştir, içerinde birikir küllerin.

12 Aralık 2012 Çarşamba

Ça'y


Bardağındaki çay soğuduğunda
ayazda kaldı kelimeler
dilimde kış sessizliği
susayazdım

Bir pencereden sana baktım sonra
bir çerçevenin içinden ve sonra
kusayazdım

Hırka gibi üstüme giyindim gözlerini
soğuk bir İstanbul akşamında
buyur edip sensizliğe
seni yazdım

Gel de tazeleyeyim çayını

Fatih Çelik / Ça'y / 12.12.12

24 Kasım 2012 Cumartesi

Turşu suyu

Kendimi bildim bileli derler ya, işte ta o zamanlardan beridir ne zaman Münir Özkul ve Adile Naşit'in filmini izlesem bir sıcaklık kaplar yüreğimi. Hep annem ve babamdan sayarım onları, çünkü çok fazla benzeşirler bizimkilerle. Adile teyze'nin boyu annem gibi kısadır, sevimli bir göbeği vardır, ne zaman duygulansa gözyaşları hemen dökülmeye başlar, hıçkırırken omuzlarından başlar sallanmaya, Münir amca zayıf, yanakları hafif içe çökük, mağrur, Adile teyzeye babamın anneme baktığı gibi bakar.

İkisinin canlandırdığı karakterlerin arasındaki şey, aşkın çok çok ötesidir herhalde. Bir Romeo + Juliet romanındaki şairane, kafiyeli sevdadan, büyük, altından kalkılamayacak sözler söylenenlerden değildir. Senin için ölürüm demezler mesela, bir kafiyeye ihtiyaç duymazlar, yeri gelir susarlar, asıl maksatları beraberce yaşlanmaktır. Turşu suyu için kavga ederler ama sevgileri nihayetinde öfkelerinden üstündür.

Onlar ne zaman kavga etseler, bizimkilerin kavgaları gelir aklıma, konu en az turşu suyu kadar anlamsızdır çünkü :/ Ve sevgileri yıllanmış olsa da gözlerinden okunur, ne kadar göstermemeye uğraşsalar da.
Öyle görmüşler, ayıp bilmişler "seni seviyorum"u ulu orta söylemeyi. Babam babasının yanında ablamı kucağına alıp sevemezmiş ayıp olur diye, kaldıki sevdiceğe "seni seviyorum" diyecek peh. Hiç söylemeden sevmişler birbirlerini. Adile & Münir'in canlandırdığı karakterler de hiç söylemezler "seni seviyorum" diye ama söyledikleri her sözde ışır sevgileri.

Onlara baktığımda görüyorumki; sevgi, sabırla olgunlaşıyor, sabır, sevgiyi büyütüyor.
Feminist/Taş fırın erkeği olmak, modern hayat söylemleri, asıl meseleyi var gücüyle yok etmeye çalışıyor, aslolan karşılıklı anlayış. Yeri geldiğinde kadın, yeri geldiğinde koca esip gürleyecek, öbürü susacak, yeri geldiğinde de diğeri. Haklı ya da haksız olmak bir tarafı üstün kılmıyor çünkü.

Yıllar geçmiş, 30 yılı aşkındır evliler ama hala ne annem ne de babam birbirlerinin ismini söyleyemezler. İsimsiz ve kelimesiz de anlatılabiliyormuş sevgi. Nice senelere canım ailem.

6 Kasım 2012 Salı

Gökyüzünü örteriz yorgan diye üzerimize







Yaya aştım dokuz dağı, seni bulmaya
Suyla doldurdum testimi, damla damla
Ayla dertleştim geceleri, hayal kurarak
Maniler söylerim, şafakla gelen güne.

Gelino, ağır ağır gel benimle,
Gelino, yüksektir kapının eşiği,
Gelino, kaynanan anandır ana gibi,
Gelino, kaynatan babandır baba gibi.

Toprak döşek olur uykumuza,
Gökyüzünü örteriz yorgan diye üzerimize,
Rüzgar sessiz sessiz söyler şarkıyı, ninniyi,
Yıldız mum olur, yanar şükretmeye.
- Gelino -


Başımı ellerimin arasına alıp tünediğim kuytum
Ne kadar varlığına yemin etsem, o kadar yoksun
Sanki dilimde türemiş, tükenmiş eski bir dildesin
Dillendiremem adını, korkarım, unutulursun

- fatih çelik / 06.11.2012 -




1 Kasım 2012 Perşembe

Tango to Evora'nın kendisi oluvermişti aşk



Ne zaman Tango to Evora'nın müziğini duysam askerdeyken çıktığım çarşı iznim gelir aklıma. Askerlik garip bir şeydir, hayatında hiç tanımadığın insanlarla neredeyse 24 saatini beraber geçirirsin, ilk başlarda gardını korurken ve kimseye ser verip sır vermezken bir yerde yelkenleri indirirsin. Yeter ki azıcık güven duyacağın birisiyle tanış, sonrasında derin mevzularda dertleşirken bulursun kendini. Çok şeyler paylaşıldığı için erkeğin liseden sonra unutamadığı ve etkisinden kolay kolay kurtulamadığı bir mazi yığını haline gelir askerlik anıları.

Girne'de kesme taş döşeli ara sokakta ilerliyorduk üç kafadar, sol tarafımızda eskiden kilise olan Osmanlı'nın fethi ile camiye çevrilmiş eski ama oldukça heybetli bir kilise, sağımızda hediyelik eşya satan dükkanlar vardı. Ağır adımlarla ilerliyorduk, az ilerimizden hafiften gitar sesi gelmeye başlamıştı. Her adımda biraz daha artıyordu kulağımızı okşayan müziğin enfes sesi. Sonra keman eşlik etti, sancıyan bir yeri var gibiydi, dinleyen kulakları da hüzne boğuyordu, sonra bir kadın sesi eşlik etti şarkıya. Kadife gibi sesi var derler ya, değil, İpekten daha yumuşak, dokunmaya korkarsın, ama ipek gibi de kırılgan değil, naif ve zarif. Tek bir anlamlı kelime yoktu şarkının içerisinde ama baştan sona anlam yüklü gibi ağırdı oysa. O sokak, o müzik, o kesme taşlar hayatımın o an için en önemli hadisesiydi. Şarkı çok mu uzun gelmişti ben mi çok derinlere dalmıştım bilmiyorum. Varlığın bitip yokluğun başladığı yerde yeşerirmiş hayaller, o anda hayal kurmaktı var olmak. Aşkın kendisini düşünüyordum herhalde, etten kemikten sıyrılalı ne kadar olmuştu? Kimselere yakıştıramıyordum uzun süredir, korkumdan yaklaşamıyordum ben de, hiç kimseye ait olmayan şiirlerin ve sigaranın yaveriydi çoktandır, ipekten yumuşak ama ipek gibi kırılgan değil, naif ve zarifti aşk.
O an Tango to Evora'nın kendisi oluvermişti aşk, o sesi duyduktan sonra tek olmak istediğim yerdeydim çünkü.
Üç kafadar olabildiğimiz kadar yavaşlamıştık. Şarkının bitmesine yakın durup sessizce dinledik bir müddet, Hangi dükkandan geldiğini anlamaya çalıştık ama bulamadık. Her güzel şey gibi bitti, son notayla beraber herkes daldığı uzaklardan uyanıverdi, hayallerin katili sözlere sıra gelmişti.

Üç kafadar çok sırrımızı paylaşmıştık, hayalkırıklıklarımızdan, hayallerimizden, yaptıklarımızdan, yapacaklarımızdan konuşmuştuk her fırsatta, yapacak iş olmayınca çeneye vuruyor bir yerde :)
Tango to Evora o hatıraları anımsatan hoş bir sedadır benim için.

22 Ekim 2012 Pazartesi

Bir düzine mandala televizyon

Eskiden çok eskiden, benim için her şey daha yeni, her şey ilk kez iken tüplü televizyonlar vardı, siyah beyaz. Renklileri de çıkmıştı ama paramız yetmezdi o zamanlar. Memur idi babam, yaptığı işten gurur duyardı, parası azdı, dalga geçilen bir meslekti ama O'nun için önemli olan akşam eve gelirken fırından aldığı tazecik ekmekleri sağ salim, kimseye muhtaç olmadan getirebilmekti. Televizyonumuz da memur televizyonuydu işte, siyah beyaz, tencere kapağından anteni olanlardan, o markayı bizden başka kullanan kimseyi görmemiştim, hala da görmedim aslında :/ Blaupunkt.

Ben her daim televizyona yakın otururdum, o zamanlar evin en küçüğü olarak kumanda görevi görmekteydim. Baba komutu ile çalışan, 9'a kadar saymayı bilen bir velet. Zaten hepi topu 9 kanal kapasitesine sahipti televizyon, ki zaten tek kanallı dönem yeni kapanıyordu, yani fazlasıyla yetiyordu. Star'ı çekiyor muydu televizyonumuz hatırlamıyorum ama ilk kez Show TV'nin yayında olduğu dönem iki üst komşumuz Hakan abilerin, Tarık Tarcan'lı Çarkıfelekten ağızlarının suyu akarcasına bahsedişleri aklımda hala.  Hakan abi öyle bir çocuktu ki bir keresinde Chucky ilk kez televizyonda verildiğinde apartmanın bahçesinde yanımda arkadaşına anlatmıştı filmi ve ben 20'me gelene kadar sırf orada anlatıklarından ötürü izleyememiştim. Benim için O, Chuck abi ile eşdeğerdi.

Ailemde çok sevdiğim ama bazen insanın başına dert olan güzel bir huyumuz vardır. Bir şeye çok bağlanırız. Her insanın sıkıntılı dönemleri olmuştur, o dönemlerde yanında olan şeyleri kolay kolay terk edemez. Bizimkisi de o hesap herhalde. Memurdu babam ve çok sıkıntılı dönemlerden geçtik. İdare etmek hayatın rutinlerindendi. Biz her yeni model çıktığında koşa koşa telefon almaya giden bir nesil değildik, biz seneye de giyersin diyerek 2 boy büyük kıyafet alınanlardandık. Her şeyin bir kıymeti vardı, yıllar yıllar geçse de unutulmayacak kadar değerliydi her şey.

Yıllar sonra artık renkli televizyon almak lüks olmaktan çıkıp ihtiyaç halini aldığında Filipis marka televizyona görevi teslim etti Blaupunkt. Uzunca bir süre kitaplığın içinde kendine yer buldu. Yaşlanmamıza şahitlik ediyordu oturduğu yerden, sessizce izliyordu. Sonra atari furyası başlayınca ve oyunlarımız annemin Yalan Rüzgarı ile çakışınca ihtiyar delikanlıyı tozlu raflardan (mecazen, yoksa annem 2 haftada bir temizlerdi koca evi) inerek pistlere geri dönmüştü. Siyah beyazdı ama grisini, kontrastını ayarlayınca sanki renkli gibi olurdu oyunlarda. Bir yıl da böyle idare etti, direniyordu resmen. Biz daha ölmedik!

Zaman ilerledikçe, yeniler geldikçe eskilere gitmek düşer. Hayatın düzeni budur. Blaupunkt'u da fazlaca yer kapladığı için atmak zorunda kaldık. Büyük ekran bir televizyon değildi, daha çok 37 ekrana yakın ama biraz daha büyükçeydi. Yüklendim bismillah deyip, apartmanın yan bahçesinin duvarının dibindeki çöp bidonlarının olduğu yere, duvarın dibine bıraktım yavaşça. O an çok hüzünlenmiştim, hatırlıyorum. Onca yıldan sonra bir devir kapanıyordu gözümde. Benim şahsen geçmişe dair attığım ilk nesneydi. Hüznüm yerden bir taş alıp saditçe ekrana fırlatmamla beraber son buldu tabi :/ Nerede az önceki ruhani muhterem, nerede o taş atan suça itilmiş velet.

Eve gittiğimde annem de ayrıyeten kızmıştı, "Niye çöpe attın oğlum, eskiciye verir mandal alırdık"
Eskicileri sevmemiştim hiç bir zaman, ne dediklerini hiç anlamamıştım. Söver gibi bağırırlardı. Eskiciiii

Blaupunkt'u çok severdim, keza bir gece ben uyurken misafirliğe gelen çocuğun aldığı Kara Şimşek arabamı, ilk okul aşkımı, çamurdan yaptığım zarları, tazelikten poşetini terleten ekmekleri çok severdim ben.

30 Eylül 2012 Pazar

Bir gezinin daha sonuna geldik: Şehzadebaşı'ndan Süleymaniye'ye

İstanbul Gezginleri'nin 14. gezisini de tamamlamış bulunuyoruz. Gezi sadece çıkıp gezmekten ziyade bizim için öncesinde bir inceleme, araştırma, yerinde tetkik demek oluyor. Gündelik hayattan arta kalan kısımda yapmaya çalıştığımızdan da haliyle yorucu olabiliyor.

Yakın zamanda bir de yeni blog sahibi oldum: http://kadimistanbul.blogspot.com

Gezilerimiz esnasında ziyaret edeceğimiz yerler hakkında kısa kısa olmakla beraber mümkün olduğu kadarı ile yapılış dönemlerinde yaşanılanları zaman olarak tutarlı ve ardışık olacak şekilde sıralamaya çalışıyorum. Böylelikle mekanlar, zaman ve kişilerle birleşerek anlamlı hale geliyorlar.

Mesela son yazım "Fatih ve Sultan ve bir zamanların şımarık Şehzade Mehmed'i: 5N1K"da bu gezimizin güzergahında olan Fatih Sultan Mehmed'in 3 hocasının adlarına yaptırılmış camiileri anlatmayı istedim ama kendi yolum ile. Teknik detaylar genelde okuyucuda yer etmediğinden hikayesel olarak yer etsin istedim. Hayatımın hiç bir döneminde Sultan Mehmed'in hocalarının tam kronolojik sıralamasını öğrenememiştim şimdiye kadar. Bir tek Akşemseddin'i bilirdim, O da muhtemelen bulmacalarda bolca sorulmasından idi. Gezi sayesinde oldukça detaya girerek bir araştırma yaptım ve kendi adıma, kendi tarihimi bilmek adına güzel bir şey yaptığımı düşünüyorum.

Öğrenilecek çok şey olduğunu gördükçe de ürkmüyor değilim :)

25 Eylül 2012 Salı

Duvar saatlerimden biri daha durdu


Duvar saatiniz vardır muhakkak, evinizde salon duvarının orta yerinde, kafanızı kaldırdığınızda hemen gözünüze çarpacak yerde. İhtiyacınız olduğunda bakarsınız çoğu zaman, bilirsiniz ki oradadır ve çalışmaktadır. Pili bitene kadar sadece işiniz düştüğünde bakarsınız, pili bittiğinde yenisiyle değiştirene kadar gözünüz takılır durur alakasız zamanlarda, saati merak edersiniz sürekli, size zamanı gösteren şeylerden biri durmuştur artık.

Hayatımda duvar saatlerim vardır, ihtiyaç duyduğumda dönüp baktığım ve bana ömrümün neresinde olduğumu hatırlatanlar. Yaşlanmak duvardaki saatlerin çoklaşması sanırım, ömrün farklı zamanlarında durmuş mihenk taşları.

Neşet Ertaş bugün vefat etti. Toprağı bol, mekanı Cennet olsun.

Benim duvar saatlerimden biri durdu. Çocukken ilk duyduğumda tuhafıma gitmişti sesi, sazı, uzunca bir müddet de hiç dinlememiştim. Liseye geldiğimde ufak tefek dinler olmuştum, üniversiteye gelip de hayatın, aşkın, sevdanın ve aslında her şeyin ciddiyetinin farkına varmaya, yazdığı sözlerin ne kadar içten ve derinden olduğunu anlamaya başlamıştım. Ne zaman sevda borcunun altına girsem ilk başvurduğum yer olmuştu şarkıları, türküleri. Hayattaydı o zamanlar, işleyen bir saat gibi, şimdi durdu, duvarımın orta yerinde. Şimdi ne zaman adını ansam gözüm kayacak olduğu yere, bana geçmişimi, nerelerden geldiğimi anlatacak sazıyla.

Yolun açık olsun Ustaların Ustası.

30 Ağustos 2012 Perşembe

Eski bir dostu yitirdim: Sigara



Sigarayı bırakalı tamı tamına 32 gün oldu. 10 yıldır yanımdan ayırmadığım paketi buruşturup atınca ciddi bir boşluk oldu hayatımda. Artık bir yere giderken daha az teçhizat taşıyorum mesela, hatta sadece telefonumu ve bir miktar para alıp çıkıyorum. Gün içerisinde saat başı sigaraya çıkmak alışkanlığından da kurtardık artık, iş saatlerim çok daha verimli geçiyor. İşlerimi daha erken bitiriyorum ve mesai yapmamı gerektirecek bir durumla karşılaşmıyorum. Şimdilik öyle büyük bir sıkıntıyla karşılaşmadım. Sigara içen birinin içtikten sonraki ağız kokusunu şu an çok daha iyi anlayabiliyorum. Sigara içtiğim dönemde rahatsızlık verdiğim arkadaşlardan buradan özür diliyorum, hakikaten iğrenç kokuyor.

Sigaranın son zamanlarda hayattan çekip aldığı en bilindik yüz olan Müşfik Kenter için Allah'tan rahmet diliyorum. Kenter yaşadığı sıkıntılardan sonra yaşadıklarını bir kamu spotu ile dile getirmişti --> Sigara içen arkadaşlarım, çok geç olmadan sizler de bırakırsınız inşallah.

Nasıl bıraktım peki? Ünlü Champix ilacını kullandım ama bir müddet sonra ilacın kendisi de sıkıntılar çıkarmaya başladı ve onu da bıraktım. Ancak ilk evreleri atlatmada oldukça faydalı oldu. Tavsiye ederim. Zaten devlet de aynı ilacı veriyor, bırakmaya niyeti olanlara duyurulur.

P.S.: Geri başladım :(

23 Ağustos 2012 Perşembe

Ben sana m...




...
Ne yapsam ne tutsam nereye gitsem
Ben sana mecburum sen yoksun 
...

Atilla İlhan / Ben Sana Mecburum

25 Temmuz 2012 Çarşamba

All in one






rüzgâr
uzak karanlıklara sürmüş yıldızları
mor kıvılcımlar geçiyor
dağınık yalnızlığımdan
onu çok arıyorum onu çok arıyorum
heryerinde vücudumun
ağır yanık sızıları
bir yerlere yıldırım düşüyorum
ayrılığımızı hissettiğim an
demirler eriyor hırsımdan..

Atilla İlhan / Ayrılık da sevdaya dahil

22 Temmuz 2012 Pazar

The day before yesterday



Dur çocuk! Bu sevda aşar boyunu. Kül tablasında yer yok seni de alacak. Bu sevda başka sevda, başka bahar, bilmediğin bir yokluk deryası, dur çocuk, çağrısına kulak asma yoksunluğun, girmesin kanına, kimse kalmadı seni oralarda bulacak.

Gün batar, hüsran olur gündüz yaşananlar, dur çocuk, gece çıkacak az sonra. Karanlık sarar yaralarını, bekle biraz daha. Bir sigara yak parmak uçlarına, beyaz bir gömlek bul akan kanını anlayacak, külünü bas kalbinin sıyrıklarına, bir nefes al, bir nefes çek, tut içinde biraz. Geceye dert anlatma, bırakmaz sabaha kadar.

Çocuksun sen, gidilmez denen yere gitmek istersin bilirim. Gitme, tutamam ellerinden. Gölgemi bir ağacın gölgesinde bıraktım ben, adımı bir ağacın gövdesinden kazıdım ben. İnsan kendi içinde kaybolur yalnızca, bilmediğim yollara sapma çocuk.

Dur çocuk! Bu sevda dilinde söndürür sözcükleri, başka bir lügattır gözlerinden kaçan bakışlar, tercümesine üst üste koyduğun sözlükler yetmez. Elleri vuslat hırsızıdır artık, avuçlarının arasından alıp kaçar ayları, yılları. Ayrılığın meyvesidir bu sevda, çocuk. Hamdı, pişti, yandı...

12 Temmuz 2012 Perşembe

Countless



Bir adım attı önce, sessizce. Hafifçe gülümsedi, kimse yadırgamasın diye deliliğini. Ellerine bakındı, avucunu dua eder gibi açarak, sonra yere çevirdi, yumruğunu sıktı, güçsüzlüğüne lanet ederek. Bir adım daha attı sonra, sessizce, kimseler duymadı. Gömleğinin cebine uzandı yavaşça, sakladığı küçük bir kağıt parçasına dokundu kumaşın üzerinden. Kalbine yakın tutuyordu, kalbine ağır geliyordu kağıdın üzerine yazılanlar. Bir kez daha ezberden okuyordu yazdıklarını, dudakları  kıpırdamıyordu. Gözlerinin önünde beliriyordu her bir harf, ıslak ve mahsundu kelimeler.

Bu kadar olgunlaştığını fark etmemişti. Ne kadar zor gelse de, bırakıp gidebiliyordu nihayet. Sahip oldukları kadar olamadıklarına da saygı duymayı öğrenmişti yıllar sonra. Çaresizlik, umutsuzluk ile aynı anlama sahip değildi artık. Ellerini uzattı batan güneşe, son bir vedayı hak ettiğini düşünerek ve gökte beliren ayı selamladı, türlü şekillere giren bulutları.

Bir adım daha attı. Adım adım uzaklaşıyordu bir zamanlar olduğu kişiden. Bir damla düştü yanağına. Önce kızdı kendinden habersiz döktüğü göz yaşlarından biri zannederek. Sonra kafasını kaldırdı gökyüzüne, şekilsiz bulutlardan bir hediye daha düştü alnına. Öylece duruyordu olduğu yerde, gökyüzüyle bir olmak istercesine bekliyordu, damlalara tutunarak tırmanmak istedi bulutlara ve izlemek gideceği yeri.

Bir kaç adım sonra bıraktı saymayı.

4 Temmuz 2012 Çarşamba

Define the way



Ah be çocuk! Yola akar gözlerin, yol tutar yolcu bekleyenleri, asfaltında erir, karında kayar düşersin. Yol gözlemek zor iştir çocuk. Ne kadar geleceğini umsan da, gelmemesi de aynı ihtimale denktir, yola çıkarsa, yol bırakırsa, yol biterse ayaklarının ucunda, o zaman geldiğine inan.

Kıvrım kıvrım uzanır içerinde, dilinde dökülmeye hazır bir ton sözcük, kollarında dünyayı sarabilecek koca bir boşluk, gözlerinde onun yerine göz koymuş en az O kadar güzel bir hayal, kıvrım kıvrım uzanır içinde yollar, ihtiyacın olan her şeyi sırtına yüklenmişsindir koşar adım gitmek için, yola çıkmaya hazırsındır her bir saniye... ama yol yoktur ayağını attığın yerde, sen varsındır ve dört duvar ve elinde kağıt kalem ve yazılmamış yol hikayeleri. Gitmek, gidememek kadar ihtimal dahilindedir. Ah be çocuk! Zoraki kalışlar sığmaz sırtındaki çantaya.

Gelse dersin kendinden umudu keserek, kulağını verirsin yola, nefesini duymak için, onunla nefes almak için her bir adımında, yol olmak istersin, onunla yol almak istersin, sonu olmasın istersin varacağın yerin. Ah be çocuk! Yol olmak zor iştir... gelmezse...

24 Haziran 2012 Pazar

Bu yangın, yakar herkesi!

2011 filmlerinden bir tanesi "Yangın Var", hem de en iyilerinden.

İsmiyle müsemma, neresinden tutsanız yakıyor tuttuğunuz eli. "Selvi boylum al yazmalım" var, hem ismen hem tat olarak, Asya var, dünyalar güzeli, al yazmalı. Aşk var, kardeşlik ve kardeş kavgası var, farkındalık var. Belki de en önemlisi ön yargılar ve anlamsızlıkları var.

Muhteşem demek yetersiz kalabilir anlatılanlara ve anlatılış biçimine. Senaryo gerçek bir olay üzerine kurulu bunun üzerine de aşk ve Türkiye gerçekleri eklenmiş. Bazı yemekler vardır normalde sevmezsiniz, neden sevmediğinizi kendiniz de bilmezsiniz, ama usta bir ahçı öyle hazırlar öyle sunar ki karşı koyamazsınız, yüzünüz buruşur kaşığı ilk ağzınıza götürürken, sonra dil tadı aldı mı devam etmek ister bir tarafınız, sofradan kalktığınızda ise "iyi ki yemişim" dersiniz, öyle bir film, öyle bir senaryo, öyle bir yönetmenlik örneği.

Filmde söylenen hiç bir söz boşuna söylenmedi. Her bir kelimede hiciv vardı. Anlatmak istediğini çok masumca söyledi. Tek amacı, ön yargıları yıkmaya yardım etmekti.

Her şeyden önce Nesrin Cavadzade hakkında bir şeyler söylemek istiyorum. İşini sessiz sedasız ve mükemmele yakın yapan bir kişi olduğunu bu filmle beraber Güzel Günler Göreceğiz'deki performansı ile gördüm. 2 farklı karakter, 2 farklı dil, 2 farklı coğrafyayı başarıyla temsil etti. Yüzü beyaz perdeye fazlasıyla yakışan biri. Bu filme de varlığıyla çok şey katmış. Bölge kadınını ve insanını sanki orada yaşıyormuşçasına canlandırmış.

Osman Sonant'ı Leyla ile Mecnun'daki sempatik hırsız olarak tanıyoruz çoğumuz. Filmde de sempatik, komik ve çocuksu ruhu, temizliği temsil ediyor gibi. O saf gülümsemesi ve Asya'ya bakışı aşkın sevimliliğini hatırlatıyor.

Trabzon'un Çayırbağı beldesinde başlıyor hikaye. İtfaiye aracı olmayan ama kadrosunda itfaiye aracı şoförü barındıran beldeye Diyarbakır Belediyesi bir yangın söndürme aracı hediye eder. Doğu'nun imajı Karadeniz taraflarında pek iyi görülmediğinden ilk başta gitmem dese de Başkanın ısrarları ile gitmek zorunda kalır ve Diyarbakır'a ayak basması ile beraber hayatı değişir. En sevdiği film "Selvi boylum al yazmalım"dır ve Diyarbakır'da Asya isimli bir kadınla tanışır.

Türkiye'deki en büyük problemlerden biri PKK sorunudur malumunuz. PKK, Kürt kimliğinin özgürce yaşanmasından yanayız dese de çok uzun zaman önce çizgisinden uzaklaşarak olayı savaş boyutuna getirdi. Kardeş kavgası deniyor ya, artık duymak istemediğim en iğrenç kelime grupları arasına girdi "Kardeş kavgası". Etnik kökenin farklı olmasından dolayı durum nasıl buralara geldi bilmiyorum ve hala inanılmaz saçma geliyor. Zamanında neden kötü muamele gösterildi, neye dayanarak işkenceler ve aşağılamalar yapıldı bilmiyorum, ancak yapanlar koskoca bir milleti bugün kavga noktasına getirdi. Oysaki ne Kürt'ün Türk'ten, ne de Türk'ün Kürt'ten bir farkı olmamıştı. Film de bunu anlatıyor. Koşman, Diyarbakır'a ilk ayak bastığından itibaren "Ne konuşuyorsunuz anlamıyorum, normal konuşsanıza" diyordu. Artvin'e gidince kendisi  Gürcüce konuşmaya başlıyordu oysa. Koşman saflığıyla mı "bizim buranın şivesi" diyordu, yoksa bir şey mi anlatmak istiyordu? Belki de filmin verdiği en önemli mesajlardan biri de buydu. Kürt'e Kürtçe konuşma demek ile bu toprakların diğer sahiplerine Gürcüce, Lazca, Rumca, vs... konuşma demek aynı idi. Kaldıki bu topraklarda her yörenin kendine özgü dili vardır neredeyse, en Türk'üm diyen Ege bölgesinde bile şiveye aşina değilseniz anlamakta zorluk çekersiniz. Her biri sevimlidir, yeterki doğru açıdan bakmayı bilelim. Dilinden, dininden, ırkından ötürü umarım kimse birbirini hor görmez.


Filmin Doğu bölgesinde geçen kısmı acı verdi gerçekten. Orada yaşamanın ve insan olmanın zorluğunu gösterdi. Sürekli çevirmenin ve GBT taramasının yapıldığı, halka güvenin olmadığı bir ortam. PKK sayesinde öz vatanında gurbet çeken insanların olduğu bir yer haline gelmiş oralar. Filmin Doğu ayağında bu kısım bolca işlenmiş, Askerin halka, halkın askere karşı tutumu olabildiğince gerçek olarak anlatılmış. Empati kurmaya çalıştığınızda hem Asker tarafı, hem vatandaş tarafı acı verici. Eli silah tutan Mehmetçikler de 20 yaşında vatanın diğer ucundan gelmiş ve olayla uzaktan yakından ilgisi olmayan insanlar, halk suçsuz olsa bile şüpheli sürekli.

Zaman ilerledikçe ve Karadeniz'e yaklaştıkça fıkra tadında olaylar başlıyor tabi. Arkada Karadeniz'in muazzam arkaplan manzaraları da cabası. Doğu'da dile dair ne yaşanmış ise aynısını burada da yaşıyoruz ve ilk başta afallıyoruz. Türkçe konuşan izleyiciler filmin başlarında Koşman gibi düşünürlerken, bu noktadan sonra Asya gibi düşünmeye başlıyorlar ve yönetmen aslında çaktırmadan empati kurduruyor izleyiciye. Bu noktada filmi başa sarıp Doğuda olanları bir de Asya'nın gözünden görmek istiyor bir tarafınız. Muhteşem bir sinemasal taktik, bravo.

Bu kısıma kadar aşktan bahsetmedik dikkat ettiyseniz. Hiç mi yoktu peki? Olmaz mı, hem de filmin en başından beri vardı ama sadece gözlerde idi, bakışlarda, gülüşlerde idi. Taraflar birbirini tanıdıkça, aslında farklı olmadıklarını anladıkça, kavga etmenin anlamsızlığını gördükçe aşk da kıvama geldi yavaş yavaş. Her iki taraf da yaralıydı aslında. Üst geçide gelmeden yaşananlar dağladı kalpleri. Her iki taraf da lanet etti bu anlamsız savaşa, buna rağmen sevmeye mani saymadılar, sancıyan yaraları.

Ne kadar anlatmaya çalışsam da anlatamayacağım, farkındayım. İzleyin, kendiniz görün.


Son söz olarak, filmi izlemiş ve katliamlara seyirci kalmış biri olarak, bitsin artık bu çile diyorum. 30 yılda kimse karlı çıkmadı, aksine "kardeş kavgası" gitgide birbirimize karşı sertleşmemize neden oldu. Ön yargılarımız büyüdü, akıllarımız tutuldu. Bu kavga bitsin artık, bizler de yaşananları eski ve kötü bir hatıra olarak filmlerde izleyip bir daha yaşanmamasını dileyelim.

İyi seyirler.

http://www.filmarasi.com/Movie.aspx?ID=565537&Name=Yangin%20Var(2011)

20 Haziran 2012 Çarşamba

The Inevitable



Ah be çocuk! Aşktan söz etme bana, kimyanı nasıl değiştirdiğini, içinin nasıl kıyım kıyım olduğunu, dilinde yara varmışçasına konuşturmadığını, uzun yollar aşmışçasına nefes nefese bıraktığını, ufacık sözlerle un ufak ettiğini, saflığını, aptallığını anlatma. Biz de biliriz de anlatamayız, dilimizde yara var.

Kolu kırıldığında sıcağıyla bilmezmiş vücud, öyle bir şey işte Aşk. Kolunu, bacağını kırar da belli etmez, incindi zannedersin, ne zamanki tutmaya çalışırsın hayatı, o zaman bilirsin çektiğin sancıyı.

Ah be çocuk! İnsanın dibi nasıl olur bilir misin? İçinin en derin, en karanlık olduğu o yer. Hani türlü türlü yeni yaratıklar keşfedilir ya okyanusun en derinlerinde, insanın dibi de öyle bir yer işte. Gün yüzü görmemiş hicranlar, hasretler, yokluklar, düşünceler, sözler bekler orada. Kendini keşfetmeye korkar insan. Yaratılmışların en üstünü, kendi yarattığı o karanlıkta can verir. Aşk deme bana çocuk! Aşk tutar kulağından, atıverir en derinine.

Bir gülüş kırıverir kolu kanadı, bir bakış yeter içindeki ab-ı hayat hasretini uyandırmaya, cümle olmayan bir tek söz yeter yalnızlığı yaşamaya, yalnızlığı bir tek O'nunla paylaşmaya.

"Yazabileceğin şiirler çoktan yazılıp bitmiştir"* diyor ya şair, ne desem boş. Ah be çocuk! İçim kıyım kıyım.

----

Yitik bir ezgisin sadece, 
Tüketilmiş ve düşmüş gözden. 
Düşlerinde bir çocuk hıçkırır 
Gece camlara sürtünürken
Çünkü hiç bir kelebek 
Tek başına yaşayamaz sevdasını, 
Severken hiçbir böcek 
Hiç bir kuş yalnız değildir 
Ölümdür yaşanan tek başına, 
Aşk iki kişiliktir.

*Ataol Behramoğlu / Aşk iki kişiliktir

19 Haziran 2012 Salı

Sen yokken




Sen yokken gittim
Korkularımın üstüne
Hiç ardıma bakmadım
Gümüş şiirler yazdım sen yokken
Çok yangın çıktı yüreğimde
Küllerini bile savurmadım
Irak denizlerin fırtınasıydım
Uzak iklimlerin sert rüzgarları
Kulaçlarken denizinde gurbeti
Kanlı savaşlarım,
Belalı sevdalarım olmadı hiç
Ama hep sustum,
Hep ağladım, hep yandım sen yokken.
Bekliyorum dönüşünü yeniden,
Bir gelsen,
Hayatın önünden alsan beni
Bir gelsen,
Sellerin önünden alsan beni
Bir gelsen,
Ölümlü düşlerimden alsan beni.

Çok durdum güneşe karşı bir başıma
Savrulurdum rüzgarlarında sensizlik denizinin
Sen yokken,
Az dolaşmadım gönlümün kuytularında
Üşüyen karanfilim şimdi buruşuk parmaklarda
Bir kırağı ayazıydım gecenin kollarında
Zifirlerinde sadece ben üşürdüm.
Hiç aldırmadım esen rüzgara
Hiç dinlenmiş bir yürekle çıkmadım ortaya
Yinede hiç yıkılmadım giden trenlerin ardından
Ama bütün yangınlar beni yaktı önce
Hep ortasında kaldım vurgunların
Vurgun nedir ki? deme
Bir babanın serzenişi nasılsa öyle
Bayrakları indirilmiş,
Bozguna uğramış bir hisardım sen yokken
Hep sustum,
Hep yandım, hep ağladım sen yokken.
Bir gelsen,
Yangınlardan alsan beni,
Bir gelsen,
Dünyalarımdan alsan beni,
Bir gelsen,
Şafaksız gecelerden alsan beni,
Ama ne zaman gelsen,
Akşam kızılı gözlerimle bulacaksın beni.

- Cahit Külebi / Sen yokken -

20 Mayıs 2012 Pazar

Just a beginning

Sarhoş olmak ister insan, bazen... Hava boğar, su kurutur, dostlar acı verir... Çareyi içmekte bulur, bir süreliğine de olsa kaçmak için tanıdık her şeyden... Ancak farkına varır bir müddet sonra, unutulan her şey yeniden hatırlandığında, olduğundan daha büyük döner.

Hayatta son diye bir şey yok... Her şey yeni bir başlangıçtan ibaret. Yitirilen şeylerden sonra kimi zaman karamsarlığa düşer insan, "yaşayamam" der kadere baş kaldırırcasına, "Her şey bitti" der yeniden başladığının farkına varmadan. Hayat oyunlarla doludur, biri bitmeden hazırlanır diğeri ve insan oyunu oynamakla mükelleftir. Bu yüzden bütün dinlerde oyunun yarısında çıkıp gitmek günahtır, yazıktır onca hazırlığa.


O ki, sedâsına yandıkça bütün mahlûkat, 
Arş-ı Alâ'da Ezel kasrına çıkmış yedi kat, 
Geriyor hüsn-i ilâhîsine atlas perde... 
En güzel vuslatı tattırmak için mahşerde 
Bize, gündüz gece, zehrettiği hicrâna şükür.

- Faruk Nafiz Çamlıbel / Hamd-ü sena -

13 Mayıs 2012 Pazar

The infinite madness



Bir çakıl taşını olduğu yerden alıp dibi görünmeyen bir kuyuya bırakırsın, ne kadar derin olduğunu anlamak için. Taşı, aldığı yolu, kuyuyu ve dibini bilmezsin ama merak edersin, "ne kadar derin?", taş yol aldıkça dinlersin katettiği yolu, çarptığı kayaları, o son sesi beklersin ya da sessizliği.

Aşk da böyledir, bir fikri alırsın olduğu yerden, bırakırsın sevgilinin gözlerine. "Acaba ne kadar sevebilirim onu?" dersin. Taş düşer, fikir düşer, gönül düşer dipsiz kuyuya. Daha bırakırken bilirsin aslında çıkaramayacağını ama merak işte. Fikir yol aldıkça dinlersin katettiği yolu, yüreğinin çarpışlarını, o son sesi beklersin ya da sessizliği.

Aşk sabır ister, zikrini, emeğini. Dile düşmek ister, dillendirilmemek. Sıkı pazarlıkçıdır, her şeyini ister, sahip olduğun olmadığın, karşılığında bir hoş söz, bir sıcak tebessüm vadeder en fazla, maksat ayağın alışsın. Fikir yol aldıkça o son sesi beklersin hep, korkarsın bir gün duyacağından.

Ah be çocuk! Kuyuya taş atmak deliliktir.

The Unknown artist




Ah be çocuk! Uzunca bir romanın ortasında bir yerde kaldığın yeri kaybedersin ya, bir anlık gafletinle kayıverir yapraklar ellerinden, kitap kapanı verir kucağına, küfür kıyamet sayfaları karıştırırsın tekrardan, geçtiğin sayfaları, okuduğun hikayeleri tekrardan okursun, "işte buradaydım" diyene kadar söylenirsin ya, öyle değil miyiz biz de şu anda?

İnsan, hayat denen romana bir kitap aralığı takamıyor ki, şimdi şu anda hangi sayfada, ne kadarını okudu, ne kadarı kaldı bilemiyor ki. Her gün mazi gözünde canlanmıyor mu, kaldığın yeri hatırlatırcasına? Ah be çocuk! ne kadar yaşarsan o kadar çoğalıyor tekrarlar.

Bir filmden çok tiyatroya benziyor hayat, geriye alıp tekrardan yaşayamıyorsun hafızanda yer etmiş hatıraları. Bir yerden sonra zamanında kötü olan anılar da gülümsetiyor, özletiyor güzel olanlar kadar. Yaşanmış bir anı değişemiyorsun başka bir anla, hep başa dönme özlemi, hep gidene hasretiz.

Ah be çocuk! Tam şu anda okuyorsun bu satırları ama az sonra unutacaksın yine kaldığın yeri.

8 Mayıs 2012 Salı

The Unknown track



Ateş-tenim dokunma sevgili, dudaklarımda zehr-i saadetin. Korkmaya alışmışım çocukluktan, üç harflilerden, bozulur diye mutlu olmaktan, göz yaşına döner diye kahkahalar, ben tahtaya vururum, kendi saçımı kendim çekerim. Aşk da üç harflidir, dokunma sevgili.

Ne çok duvar var, ne çok mani. Bu topraklar mıdır ki bize hüznü sevdiren? Toprak her can verdiğine şükrü öğretirdi bir zamanlar, sahip olunanla mutlu olmayı. Çok mu şehirli olduk, toprağa - dokunmak artık kirlenmek değil de ne?

Ah be çocuk, korkuyorum anlatamamaktan. Bir yerden sonra insan idareyi korkularına devrediyor. Çok sık olmuyor güzel şeyler, ya da göz görmüyor kirliliğin kalabalığında. Nadir olandan korkuyor insan, sahiplenmekten, sevmekten. Ve bir gün kaybetmekten. Elinden bir kez kayıp düşürmene bakar bardağın kırılması. Ah be çocuk, korkuyorum sana kanmaktan.

Ateş-tenim dokunma sevgili, dilimde zehri sözcüklerin.

3 Mayıs 2012 Perşembe

Yarım yarım

Kelimeler kırık döküktür kimi zaman
ne kadar bir araya getirmeye uğraşırsan uğraş, en az bir parçası eksik kalır

yarım yarım konuşuruz
yarım yarım anlaşırız









zaman çabuk çabuk geçiyor monna;
saat on ikidir,söndü lambalar.
uyu da turnalar gelsin rüyana,
bakma tuhaf tuhaf göğe bu kadar
zaman çabuk çabuk geçiyor monna.

- Sezai Karakoç / Mona Rosaa -


29 Nisan 2012 Pazar

Hayat döngüsü: Umut

Ümit nedir? Umut etmek?
Sahip olmadığınız bir anı istemek, var olmayan bir şeyin varlığı için yalvarmak, belki de hiç olmayacak bir şey için beklemek değil midir?

Çocuklar asla umut etmezler, ne istediklerini bilirler ve ağlarlar, elde edene kadar ağlarlar, başaramazlarsa da unutur giderler. Bir şey ya vardır ya yoktur.

Gençler umut etmeye başlarlar, büyümeyi umut ederler, büyük adam olup üne kavuşmayı, çok para kazanmayı, saygı görmeyi, herkesin hayranlığını kazanmayı umut ederler, gelecekten beklerler her şeyi, henüz olmayandan, güçtür onlar için umut, ne kadar umut ederlerse o kadar yenilmezdirler. Henüz hiç bir şey yoktur ama her şey bir gün mutlaka olacaktır.

Cahit Sıtkı'nın ömrü gibi yarıya vurdu mu zaman, umut umutsuzluğun adıyla anılmaya başlar artık. Umudunuzla yargılanırsınız, bütün gerçekliğini yitirmiştir gelecek ve ne kadar olmayana bel bağlamışsanız o kadar kaybetmektesinizdir. Ama henüz gerçek fethetmemiştir bütün kalelerinizi. İçinizde bir ateş yanmaya devam etmekte, rüzgara karşı dayanmaktadır. "Ben senin beni sevebilme ihtimalini sevdim"dir özet.

Yaşlılık... tekrardan çocukluğa dönüş... çocukluğun bilgili hali... umut edecek bir şey kalmamıştır artık. Saf ve katıksız gerçeklik, zihnin galibiyeti ve yok olmanın bilinçli eşiğine gelinmiştir artık. Ardında bırakmıştır her şeyi, umutlarını, yaşadıklarını ve yaşayamadıklarını, ömür anılardan ibarettir anlatılmayı bekleyen. Yitirilmiş ya da kazanılmıştır bütün savaşlar ve artık meydanlardan çekilme vaktidir. Umut edenleri gördükçe "Genç işte" diyerek gülümsemek ve anımsamaktır geçmişi.

Hayat, her zaman olduğu gibi tekrardan başa dönmektir. Başladığın yere...
Ümit güzel şeydir, gençliktir, aldanmaktır bile bile...


24 Nisan 2012 Salı

Olur olmaz

İnsan bazen kendini yenilmez hisseder, her şeyi vardır, gücü kuvveti hiç olmadığı kadar yerindedir, Tanrıcılık oynar farkında olmadan, çok çok uzak geleceğe dair planlar yapar, denklemler kurar, cüz-i irade fikri ele geçirir, herkesin kendini yenilmez hissettiği bir an vardır.

Ama hayat...

Sadece tek bir şeyi değiştirir...
ve her şey allak bullak olur...
insan, her şeyi değiştirebileceğine inanan o garip varlık bir anda hisseder gücü... ve güçsüzlüğünü...

Arabayı ne zaman çok iyi kullandığımı düşündüysem ardından mutlaka ufak tefek kazalar geçirdim. Artık trafiğin yalnızca benim iyi olup olmamamla ilgili olmadığını anladım. Yola çıktıktan sonra önemli olan sağ salim geri dönebilmekti.

Hayatın o müthiş çarkları olurunuzu olmaza, olmazınızı olura çevirmeye o kadar heveslidirki sizin payınıza düşen her zaman neticeyi  kabullenmekten öteye gitmez.

Kabullenmek keyif almanın ilk basamağıdır.

23 Şubat 2012 Perşembe

Ben mahremimden bir cam çocuk yontmuştum sana



çeşmim, çarem, çarmıhım
cümlen kopkoyu bir bıçak sırtında yana yana sevişmeye benzer
sihrim, sahim, sarhoşluğum
hücren kan kırmızı bir güneş batımında üşüyerek sevişmeye benzer
gel yetimimden bir kez ısır beni
gel yittiğimden savur tekrar bul beni
ben mahremimden bir cam çocuk yontmuştum sana
bir bahar vaktiydi, hamdım
titredim dalında duysana
şimdi yürekte kuyu kuyuda et kemik
ve yaralı yamalı bir çıkrık sesi
seni ağladık aynı kahvenin köşesinde
günlerden pazartesi



- Mabel Matiz / Şüpheli Şarkının Şairi -

15 Ocak 2012 Pazar

Sen git hadi!



Bırak beni!
Ben çok kaldım sende
Sen git hadi!

Kalmadı bende sana verecek kıyı
Bu şehrin dalgaları yordu beni
Med-cezirinde topladığım taşlar
yerimden kaldırmaz artık
Bir daha da esmez o eski rüzgarlar
Uzatma ellerini, tutacak yerim yok
Kıyıya vurdu bütün sözler
diyecek bir şey yok
Bu şehri aldım yadigar
Sen git hadi!

Ben sensiz çok kaldım
Sen de bensiz git hadi!