24 Haziran 2012 Pazar

Bu yangın, yakar herkesi!

2011 filmlerinden bir tanesi "Yangın Var", hem de en iyilerinden.

İsmiyle müsemma, neresinden tutsanız yakıyor tuttuğunuz eli. "Selvi boylum al yazmalım" var, hem ismen hem tat olarak, Asya var, dünyalar güzeli, al yazmalı. Aşk var, kardeşlik ve kardeş kavgası var, farkındalık var. Belki de en önemlisi ön yargılar ve anlamsızlıkları var.

Muhteşem demek yetersiz kalabilir anlatılanlara ve anlatılış biçimine. Senaryo gerçek bir olay üzerine kurulu bunun üzerine de aşk ve Türkiye gerçekleri eklenmiş. Bazı yemekler vardır normalde sevmezsiniz, neden sevmediğinizi kendiniz de bilmezsiniz, ama usta bir ahçı öyle hazırlar öyle sunar ki karşı koyamazsınız, yüzünüz buruşur kaşığı ilk ağzınıza götürürken, sonra dil tadı aldı mı devam etmek ister bir tarafınız, sofradan kalktığınızda ise "iyi ki yemişim" dersiniz, öyle bir film, öyle bir senaryo, öyle bir yönetmenlik örneği.

Filmde söylenen hiç bir söz boşuna söylenmedi. Her bir kelimede hiciv vardı. Anlatmak istediğini çok masumca söyledi. Tek amacı, ön yargıları yıkmaya yardım etmekti.

Her şeyden önce Nesrin Cavadzade hakkında bir şeyler söylemek istiyorum. İşini sessiz sedasız ve mükemmele yakın yapan bir kişi olduğunu bu filmle beraber Güzel Günler Göreceğiz'deki performansı ile gördüm. 2 farklı karakter, 2 farklı dil, 2 farklı coğrafyayı başarıyla temsil etti. Yüzü beyaz perdeye fazlasıyla yakışan biri. Bu filme de varlığıyla çok şey katmış. Bölge kadınını ve insanını sanki orada yaşıyormuşçasına canlandırmış.

Osman Sonant'ı Leyla ile Mecnun'daki sempatik hırsız olarak tanıyoruz çoğumuz. Filmde de sempatik, komik ve çocuksu ruhu, temizliği temsil ediyor gibi. O saf gülümsemesi ve Asya'ya bakışı aşkın sevimliliğini hatırlatıyor.

Trabzon'un Çayırbağı beldesinde başlıyor hikaye. İtfaiye aracı olmayan ama kadrosunda itfaiye aracı şoförü barındıran beldeye Diyarbakır Belediyesi bir yangın söndürme aracı hediye eder. Doğu'nun imajı Karadeniz taraflarında pek iyi görülmediğinden ilk başta gitmem dese de Başkanın ısrarları ile gitmek zorunda kalır ve Diyarbakır'a ayak basması ile beraber hayatı değişir. En sevdiği film "Selvi boylum al yazmalım"dır ve Diyarbakır'da Asya isimli bir kadınla tanışır.

Türkiye'deki en büyük problemlerden biri PKK sorunudur malumunuz. PKK, Kürt kimliğinin özgürce yaşanmasından yanayız dese de çok uzun zaman önce çizgisinden uzaklaşarak olayı savaş boyutuna getirdi. Kardeş kavgası deniyor ya, artık duymak istemediğim en iğrenç kelime grupları arasına girdi "Kardeş kavgası". Etnik kökenin farklı olmasından dolayı durum nasıl buralara geldi bilmiyorum ve hala inanılmaz saçma geliyor. Zamanında neden kötü muamele gösterildi, neye dayanarak işkenceler ve aşağılamalar yapıldı bilmiyorum, ancak yapanlar koskoca bir milleti bugün kavga noktasına getirdi. Oysaki ne Kürt'ün Türk'ten, ne de Türk'ün Kürt'ten bir farkı olmamıştı. Film de bunu anlatıyor. Koşman, Diyarbakır'a ilk ayak bastığından itibaren "Ne konuşuyorsunuz anlamıyorum, normal konuşsanıza" diyordu. Artvin'e gidince kendisi  Gürcüce konuşmaya başlıyordu oysa. Koşman saflığıyla mı "bizim buranın şivesi" diyordu, yoksa bir şey mi anlatmak istiyordu? Belki de filmin verdiği en önemli mesajlardan biri de buydu. Kürt'e Kürtçe konuşma demek ile bu toprakların diğer sahiplerine Gürcüce, Lazca, Rumca, vs... konuşma demek aynı idi. Kaldıki bu topraklarda her yörenin kendine özgü dili vardır neredeyse, en Türk'üm diyen Ege bölgesinde bile şiveye aşina değilseniz anlamakta zorluk çekersiniz. Her biri sevimlidir, yeterki doğru açıdan bakmayı bilelim. Dilinden, dininden, ırkından ötürü umarım kimse birbirini hor görmez.


Filmin Doğu bölgesinde geçen kısmı acı verdi gerçekten. Orada yaşamanın ve insan olmanın zorluğunu gösterdi. Sürekli çevirmenin ve GBT taramasının yapıldığı, halka güvenin olmadığı bir ortam. PKK sayesinde öz vatanında gurbet çeken insanların olduğu bir yer haline gelmiş oralar. Filmin Doğu ayağında bu kısım bolca işlenmiş, Askerin halka, halkın askere karşı tutumu olabildiğince gerçek olarak anlatılmış. Empati kurmaya çalıştığınızda hem Asker tarafı, hem vatandaş tarafı acı verici. Eli silah tutan Mehmetçikler de 20 yaşında vatanın diğer ucundan gelmiş ve olayla uzaktan yakından ilgisi olmayan insanlar, halk suçsuz olsa bile şüpheli sürekli.

Zaman ilerledikçe ve Karadeniz'e yaklaştıkça fıkra tadında olaylar başlıyor tabi. Arkada Karadeniz'in muazzam arkaplan manzaraları da cabası. Doğu'da dile dair ne yaşanmış ise aynısını burada da yaşıyoruz ve ilk başta afallıyoruz. Türkçe konuşan izleyiciler filmin başlarında Koşman gibi düşünürlerken, bu noktadan sonra Asya gibi düşünmeye başlıyorlar ve yönetmen aslında çaktırmadan empati kurduruyor izleyiciye. Bu noktada filmi başa sarıp Doğuda olanları bir de Asya'nın gözünden görmek istiyor bir tarafınız. Muhteşem bir sinemasal taktik, bravo.

Bu kısıma kadar aşktan bahsetmedik dikkat ettiyseniz. Hiç mi yoktu peki? Olmaz mı, hem de filmin en başından beri vardı ama sadece gözlerde idi, bakışlarda, gülüşlerde idi. Taraflar birbirini tanıdıkça, aslında farklı olmadıklarını anladıkça, kavga etmenin anlamsızlığını gördükçe aşk da kıvama geldi yavaş yavaş. Her iki taraf da yaralıydı aslında. Üst geçide gelmeden yaşananlar dağladı kalpleri. Her iki taraf da lanet etti bu anlamsız savaşa, buna rağmen sevmeye mani saymadılar, sancıyan yaraları.

Ne kadar anlatmaya çalışsam da anlatamayacağım, farkındayım. İzleyin, kendiniz görün.


Son söz olarak, filmi izlemiş ve katliamlara seyirci kalmış biri olarak, bitsin artık bu çile diyorum. 30 yılda kimse karlı çıkmadı, aksine "kardeş kavgası" gitgide birbirimize karşı sertleşmemize neden oldu. Ön yargılarımız büyüdü, akıllarımız tutuldu. Bu kavga bitsin artık, bizler de yaşananları eski ve kötü bir hatıra olarak filmlerde izleyip bir daha yaşanmamasını dileyelim.

İyi seyirler.

http://www.filmarasi.com/Movie.aspx?ID=565537&Name=Yangin%20Var(2011)

20 Haziran 2012 Çarşamba

The Inevitable



Ah be çocuk! Aşktan söz etme bana, kimyanı nasıl değiştirdiğini, içinin nasıl kıyım kıyım olduğunu, dilinde yara varmışçasına konuşturmadığını, uzun yollar aşmışçasına nefes nefese bıraktığını, ufacık sözlerle un ufak ettiğini, saflığını, aptallığını anlatma. Biz de biliriz de anlatamayız, dilimizde yara var.

Kolu kırıldığında sıcağıyla bilmezmiş vücud, öyle bir şey işte Aşk. Kolunu, bacağını kırar da belli etmez, incindi zannedersin, ne zamanki tutmaya çalışırsın hayatı, o zaman bilirsin çektiğin sancıyı.

Ah be çocuk! İnsanın dibi nasıl olur bilir misin? İçinin en derin, en karanlık olduğu o yer. Hani türlü türlü yeni yaratıklar keşfedilir ya okyanusun en derinlerinde, insanın dibi de öyle bir yer işte. Gün yüzü görmemiş hicranlar, hasretler, yokluklar, düşünceler, sözler bekler orada. Kendini keşfetmeye korkar insan. Yaratılmışların en üstünü, kendi yarattığı o karanlıkta can verir. Aşk deme bana çocuk! Aşk tutar kulağından, atıverir en derinine.

Bir gülüş kırıverir kolu kanadı, bir bakış yeter içindeki ab-ı hayat hasretini uyandırmaya, cümle olmayan bir tek söz yeter yalnızlığı yaşamaya, yalnızlığı bir tek O'nunla paylaşmaya.

"Yazabileceğin şiirler çoktan yazılıp bitmiştir"* diyor ya şair, ne desem boş. Ah be çocuk! İçim kıyım kıyım.

----

Yitik bir ezgisin sadece, 
Tüketilmiş ve düşmüş gözden. 
Düşlerinde bir çocuk hıçkırır 
Gece camlara sürtünürken
Çünkü hiç bir kelebek 
Tek başına yaşayamaz sevdasını, 
Severken hiçbir böcek 
Hiç bir kuş yalnız değildir 
Ölümdür yaşanan tek başına, 
Aşk iki kişiliktir.

*Ataol Behramoğlu / Aşk iki kişiliktir

19 Haziran 2012 Salı

Sen yokken




Sen yokken gittim
Korkularımın üstüne
Hiç ardıma bakmadım
Gümüş şiirler yazdım sen yokken
Çok yangın çıktı yüreğimde
Küllerini bile savurmadım
Irak denizlerin fırtınasıydım
Uzak iklimlerin sert rüzgarları
Kulaçlarken denizinde gurbeti
Kanlı savaşlarım,
Belalı sevdalarım olmadı hiç
Ama hep sustum,
Hep ağladım, hep yandım sen yokken.
Bekliyorum dönüşünü yeniden,
Bir gelsen,
Hayatın önünden alsan beni
Bir gelsen,
Sellerin önünden alsan beni
Bir gelsen,
Ölümlü düşlerimden alsan beni.

Çok durdum güneşe karşı bir başıma
Savrulurdum rüzgarlarında sensizlik denizinin
Sen yokken,
Az dolaşmadım gönlümün kuytularında
Üşüyen karanfilim şimdi buruşuk parmaklarda
Bir kırağı ayazıydım gecenin kollarında
Zifirlerinde sadece ben üşürdüm.
Hiç aldırmadım esen rüzgara
Hiç dinlenmiş bir yürekle çıkmadım ortaya
Yinede hiç yıkılmadım giden trenlerin ardından
Ama bütün yangınlar beni yaktı önce
Hep ortasında kaldım vurgunların
Vurgun nedir ki? deme
Bir babanın serzenişi nasılsa öyle
Bayrakları indirilmiş,
Bozguna uğramış bir hisardım sen yokken
Hep sustum,
Hep yandım, hep ağladım sen yokken.
Bir gelsen,
Yangınlardan alsan beni,
Bir gelsen,
Dünyalarımdan alsan beni,
Bir gelsen,
Şafaksız gecelerden alsan beni,
Ama ne zaman gelsen,
Akşam kızılı gözlerimle bulacaksın beni.

- Cahit Külebi / Sen yokken -