22 Ekim 2012 Pazartesi

Bir düzine mandala televizyon

Eskiden çok eskiden, benim için her şey daha yeni, her şey ilk kez iken tüplü televizyonlar vardı, siyah beyaz. Renklileri de çıkmıştı ama paramız yetmezdi o zamanlar. Memur idi babam, yaptığı işten gurur duyardı, parası azdı, dalga geçilen bir meslekti ama O'nun için önemli olan akşam eve gelirken fırından aldığı tazecik ekmekleri sağ salim, kimseye muhtaç olmadan getirebilmekti. Televizyonumuz da memur televizyonuydu işte, siyah beyaz, tencere kapağından anteni olanlardan, o markayı bizden başka kullanan kimseyi görmemiştim, hala da görmedim aslında :/ Blaupunkt.

Ben her daim televizyona yakın otururdum, o zamanlar evin en küçüğü olarak kumanda görevi görmekteydim. Baba komutu ile çalışan, 9'a kadar saymayı bilen bir velet. Zaten hepi topu 9 kanal kapasitesine sahipti televizyon, ki zaten tek kanallı dönem yeni kapanıyordu, yani fazlasıyla yetiyordu. Star'ı çekiyor muydu televizyonumuz hatırlamıyorum ama ilk kez Show TV'nin yayında olduğu dönem iki üst komşumuz Hakan abilerin, Tarık Tarcan'lı Çarkıfelekten ağızlarının suyu akarcasına bahsedişleri aklımda hala.  Hakan abi öyle bir çocuktu ki bir keresinde Chucky ilk kez televizyonda verildiğinde apartmanın bahçesinde yanımda arkadaşına anlatmıştı filmi ve ben 20'me gelene kadar sırf orada anlatıklarından ötürü izleyememiştim. Benim için O, Chuck abi ile eşdeğerdi.

Ailemde çok sevdiğim ama bazen insanın başına dert olan güzel bir huyumuz vardır. Bir şeye çok bağlanırız. Her insanın sıkıntılı dönemleri olmuştur, o dönemlerde yanında olan şeyleri kolay kolay terk edemez. Bizimkisi de o hesap herhalde. Memurdu babam ve çok sıkıntılı dönemlerden geçtik. İdare etmek hayatın rutinlerindendi. Biz her yeni model çıktığında koşa koşa telefon almaya giden bir nesil değildik, biz seneye de giyersin diyerek 2 boy büyük kıyafet alınanlardandık. Her şeyin bir kıymeti vardı, yıllar yıllar geçse de unutulmayacak kadar değerliydi her şey.

Yıllar sonra artık renkli televizyon almak lüks olmaktan çıkıp ihtiyaç halini aldığında Filipis marka televizyona görevi teslim etti Blaupunkt. Uzunca bir süre kitaplığın içinde kendine yer buldu. Yaşlanmamıza şahitlik ediyordu oturduğu yerden, sessizce izliyordu. Sonra atari furyası başlayınca ve oyunlarımız annemin Yalan Rüzgarı ile çakışınca ihtiyar delikanlıyı tozlu raflardan (mecazen, yoksa annem 2 haftada bir temizlerdi koca evi) inerek pistlere geri dönmüştü. Siyah beyazdı ama grisini, kontrastını ayarlayınca sanki renkli gibi olurdu oyunlarda. Bir yıl da böyle idare etti, direniyordu resmen. Biz daha ölmedik!

Zaman ilerledikçe, yeniler geldikçe eskilere gitmek düşer. Hayatın düzeni budur. Blaupunkt'u da fazlaca yer kapladığı için atmak zorunda kaldık. Büyük ekran bir televizyon değildi, daha çok 37 ekrana yakın ama biraz daha büyükçeydi. Yüklendim bismillah deyip, apartmanın yan bahçesinin duvarının dibindeki çöp bidonlarının olduğu yere, duvarın dibine bıraktım yavaşça. O an çok hüzünlenmiştim, hatırlıyorum. Onca yıldan sonra bir devir kapanıyordu gözümde. Benim şahsen geçmişe dair attığım ilk nesneydi. Hüznüm yerden bir taş alıp saditçe ekrana fırlatmamla beraber son buldu tabi :/ Nerede az önceki ruhani muhterem, nerede o taş atan suça itilmiş velet.

Eve gittiğimde annem de ayrıyeten kızmıştı, "Niye çöpe attın oğlum, eskiciye verir mandal alırdık"
Eskicileri sevmemiştim hiç bir zaman, ne dediklerini hiç anlamamıştım. Söver gibi bağırırlardı. Eskiciiii

Blaupunkt'u çok severdim, keza bir gece ben uyurken misafirliğe gelen çocuğun aldığı Kara Şimşek arabamı, ilk okul aşkımı, çamurdan yaptığım zarları, tazelikten poşetini terleten ekmekleri çok severdim ben.