8 Aralık 2013 Pazar

Şehr-i Sükun



İki sokağın buluşması gibi bir köşe başında
Yağmurun damla damla düşmesi gibi toprağa
Kavuşsun ellerimiz ve dudaklarımız
Değsin birbirine yavaş yavaş
İki denizin buluşması gibi bir şehrin yalnızlığında

7 Ekim 2013 Pazartesi

Eller

Bir an gelir soğuk işlemez tene, kış bastırır, ayaz keser, ellerim direnir rüzgara...

Bir el, tutar bütün korkularımı, atıverir rüyalarımdan; bir el, sıcak mı sıcak; bir el, çocukluk masallarımdan fırlamış gibi; bir el, sımsıkı tutuverir ellerimi.

Bir mahkum, adı okunduğunda nasıl koşarsa özgürlüğe; bir kuş, kafesin kapağı açıldığında nasıl çırparsa kanatlarını; toprak, susuzluktan kırılırken nasıl içerse yağan yağmuru; bir çiçek, yüzünü nasıl dönerse güneşi görür görmez... öyle uzatırım ellerimi... ellerine...

Gece gibi sarıverir, gündüz gibi aydınlatır, söz yetmez de şiirlere sığını verir, gözden dolar gönülden taşar, yazmaya kalksan dimağa ağır gelir, mihrabıdır dilin, sükutudur kalemin; nefesim öyle derin tutulur değdiği anda, geçmiş ile geleceğin ortasında, titrek bir mum gibi çaresiz, bırakıverir kendini ellerim, ellerinin semahında.

Hep bir dokunuş ile başlardı sevmek, anne çocuğuna ilk dokunduğunda doğururdu sevgisini ve Tanrı secdede dokunurdu kullarına.

Ellerim ellerine değdiği an, secde etmişiz inandığımız Tanrı'ya.


25 Ağustos 2013 Pazar

Sihirli değnek

Çok şey yazdım aşka dair, defter defter üstüne tükettim. Bir kalem, bir kalemtraşla başlardı hep yazmak özlemi, kalem tükendikçe tükenirdi bütün hevesler, kalemtraş tükettikçe artardı aşığın heyecanı, ben de önce kalemtraş olup tükettim zahiri hevesimi, geriye heyecanı kaldı bir tek, özü.

Çok kelimeli cümlelerin kalabalığı ezdi geçti aşkın şiirselliğini, bazen sessizlikti oysa sevmek ve bazen bir dokunuştan ibaretti kitaplar dolusu anlatının karşılığı. Anlatmak isterken sevgimizi, anlatamamanın gayreti içindeydik çoğu zaman.

İnsanoğlu hayal kurmayı severdi, nefsin yaratmaya meyliydi çünkü ama olduramazdık "göz" kelimesinden bir çift gözü.

Ki aşk dediğin, Yaratıcının sihirli değneğiydi. Ansızın gelip dokunup gözlerini ayıramadığın bir çift göz getirirdi.

7 Temmuz 2013 Pazar

Yan!

Orman değil çocuk, ağaçlar yanar bir bir
tutuşmasına bakar bir dalın hepi topu
bir şimşeğin düşmesine

İnsanlara bakıp da orman sanma çocuk
yanarken tek başınasındır
yangın söndüğünde, yandığın kadar orman

yanmaktan
korkma
çocuk!

24 Haziran 2013 Pazartesi

Ninni

Birazdan bir ses duyulur gardiyan açar
çantalarımı bir bir döker ne bulacaksa
hasretten ve çaresizlikten başka
bir şarkı sakladım dilimin altına
sustum duymasın ne gereği var
umutlu dolu sevgi dolu noktasız virgülsüz
sevgilinin busesi evlat kokusu
la la la laaa la la la laaa

Bir paket sigara çıkarır cebinden
çakmak çakmak gözlerinden alır ateşini
nefesinde kokar adalet nefes nefese
yol almak ister bıraksan bıraksan
hakkıdır da bırakmazlar ki
tutamam ki
la la la laaa la la la laaa

Bir çocuk gibi inan öyle masum ki
yıl oldu yüzyıl oldu büyümedi ki
şarkılar sakladım dilimin altına sessizce
kulağına fısıldadım uyutur gibi
pencerene bak dedim ben oradayım
kokumu çek içine dedim kan ter içinde
kulağına fısıldadım gizli saklı bir şey der gibi
utandım
la la la laaa la la la laaa

Göğe bakma durağı

Falanca durağa şimdi geliriz göğe bakalım
İnecek var deriz otobüs durur ineriz
Bu karanlık böyle iyi afferin Tanrıya
Herkes uyusun iyi oluyor hoşlanıyorum
Hırsızlar polisler açlar toklar uyusun
Herkes uyusun bir seni uyutmam birde ben uyumam
Herkes yokken biz oluruz biz uyumıyalım
Nasıl olsa sarhoşuz nasıl olsa öpüşürüz sokaklarda
Beni bırak göğe bakalım



Turgut Uyar / Göğe bakma durağı

17 Haziran 2013 Pazartesi

Nasıl?

Aşkı anlatmak zordur, hele ki gözlerinin içine bakan bir çift göz varsa. Heyecana kapılır insan, anlatamamanın telaşı kaplar, anlaşılamamanın. Aşkın bir tanımı yoktur ama hissedilenler kelimelere döküldüğünde en azından Sevilenin marifeti, güzelliği, sevdası Seveni şekillendirir. "Seni seviyorum" dediğinde "Ben de" denmez zira, bir fikre katılmak değildir sorunun özü. "Nasıl seviyorsun?" denmeli "Ben de" diyene.

Mesela ben,

öyle seviyorum ki, memleketim oluyor saçları; ellerim, tepelerinde oynaşan çocuklar gibi neşeleniyor, dalga dalga; kokluyorum sonra, tel tel, meye müptela sarhoş gibi, bitmesin istiyorum, ayıldıkça; geceye ilham veren rengini çekiyorum içime, simsiyah bir aydınlık yayılıyor ruhuma, sorgusuz sualsiz dolduruyorum gecelerin kadehini.

öyle seviyorum ki, merhemim oluyor parmakları, bunca zaman geçmişken O'nsuz, dokundukça sanki geçmişi yeniden yaratıyor, hatıralarımda bir el buluyorum, bembeyaz, bir melek gibi iniyor düşlerimden, ellerimde yer buluyor ilahi saadeti, Tanrı'dan bir armağan, bir muştu gibi can veriyor yokluğunda kuruyan tenime.

öyle seviyorum ki, içimde, dışımda, etrafımda ne kadar ses varsa susturuyor gözleri; ve sonsuz ve dipsiz ve O'ndan ve benden münezzeh, "Biz"i vaadediyor, "Biz"i anlatıyor, bir artı bire "Biz" diyor, bir ve tek. Bütün korkularımı siliyor, bütün tesadüfleri kadere, bütün bakışları Tanrı'ya yoruyor ve şükrün kıymetini bildiriyor. Aşkın canı, kanı oluyor göz bebekleri, denizin ortasında bir fener gibi yol gösteriyor gözlerime ve ne zaman ürkekçe kapatsam gözlerimi, korkuyorum kaybolmaktan. Öpüyorum kirpiklerini, güvenli bir limana yanaşıp demir atan gemiler gibi.

öyle seviyorum ki, yanımdayken, omzuma başını sessizce koyarken, son dileği sorulmuş bir idam mahkumunun ayağının altındaki tabure gibi korkuyorum hareket etmekten, bir rüyadan uyanmaktan.

15 Haziran 2013 Cumartesi

Uyku hali

Şimdi uykudasın
ve ben hala seviyorum seni
sabah olacak, uyanacaksın
hiç bir şey olmamış gibi

Şimdi uykudasın
ve ben hala anıyorum seni
sabah olacak, uyanacaksın
hiç bir şey duymamış gibi

9 Haziran 2013 Pazar

Bahar

Ah Sevgili!
Gözlerinde unuttum sözlerimi
Ne söylesem sana ait olacak şimdi
Ne söylesem seni anlatacak

Memur çocuğuyum ben
Bilirim yokluğun çaresizliğini
Alınamayan oyuncaklarım düşüyor aklıma
Sen kırptıkça kirpiklerini

Ürkek yetiştik biz ve korkak
Sessizlikti en şiddetli eylemimiz
Korkuyorum, sanki polisler basacak
Tutmak isterken ellerini

2 Haziran 2013 Pazar

Nereye çağırırsan gelirim / Kürk Mantolu Madonna

Sabahattin Ali'nin maddi olarak sıkıntı yaşadığı dönemlerde Hakikat Gazetesi tarafından gelen "siyasete karışmayan" "ısmarlama" aşk romanıdır Kürk Mantolu Madonna. Böyle acımasızca eleştirmek yersiz olur zannımca, ama bir dönem edebiyat çevrelerinde böyle yorumlandığı da bir gerçek. İlk olarak 18 Aralık 1940'ta "Büyük Hikaye" adı ile yayınlanır ve 48 bölüm sürer. Telif hakkını da o zamanlar "hikaye tutmadı" bahanesiyle alamamıştır Sabahattin Ali.

Bir rivayete göre Nazım Hikmet, Ali’ye, psikolojik çözümlemelerle dolu birinci bölümü (Raif Efendi’nin defterine kadar olan bölüm) bir aşk hikâyesine harcadığı gerekçesiyle, sitem eder.

Efendim, Sabahattin Ali ile ilk tanışmam Kürk Mantolu Madonna ile geç de olsa oldu çok şükür. Kitabı ilk defa elime aldığımı, "nasıl bir romanmış acaba?" dediğimi ve gecesine varmadan yarısını tamamladığımı hatırlıyorum. Kitabı bitirdiğimde Nazım Hikmet'in ellerinden öpmek ve yorumu için takdir etmek istedim.

Öncelikle mükemmel bir roman ya da uzun hikaye. Tek bir parçadan oluşuyor, ara bölümler ya da kopmalar yok, zaten topu topu 160 sayfa, okumaya ara vereyim deseniz "şu bölümü de bitireyim sonra" diyeceğiniz bir es yok, bu yüzden sürükleyici biraz da, bu yüzden bir oturmada bitirilmesi gereken bir kitap. Çok çarpıcı tasvirlere sahip, bir insanın bu denli iyi gözlemci olması beni çok şaşırtmıştı, karakter tahlilleri ve bunun naifçe dile getirilişi ustalık örneğidir zannımca. Kesinlikle zorlayıcı cümleler içermiyor, arada eski kelimeler olsa da yayın evinin ustaca dip not düşümleri ile farkına bile varmıyorsunuz (YKY).

Kitabı üç kısıma bölmek gerekirse;

1. "Halbuki o hiç de fevkalade bir adam değildi. Hatta pek alelade, hiçbir hususiyeti olmayan, her gün etrafımızda yüzlercesini görüp de bakmadan geçtiğimiz insanlardan biriydi. Hayatının bildiğimiz ve bilmediğimiz taraflarında insana merak verecek bir cihet olmadığı muhakkaktı. Böyle kimseleri gördüğümüz zaman çok kere kendi kendimize sorarız: ‘Acaba bunlar neden yaşıyorlar? Yaşamakta ne buluyorlar? Hangi mantık, hangi hikmet bunların yeryüzünde dolaşıp nefes almalarını emrediyor?’"

Bir çay kaşığı kadar anlamlı olmayan varlığıyla Raif Efendinin karakteri ve kim olduğundan önce neye dönüştüğünün analizidir ilk kısım. Nazım Hikmet'in yorumunu takdir etmemi sağlayan ve Sabahattin Ali'nin kaleminin gücünü gördüğüm kısımdır da aslında. Net ve çarpıcı biçimde anlatılır Raif Efendi. Ancak anlatımda aşağılama yoktur, yalnızca insani bir sorgulama vardır. Bu yüzden okuyucuya yakındır dili, çünkü okuyucunun gündelik hayatta böyle bir adamla karşılaştığındaki tepkisini kaleme almıştır Ali, okuyucu ise hissettiklerinin bu kadar doğru yazılabileceğinin şaşkınlığına gark olur ve ön yargıları birer birer ustalıkla yıkmayı başarır Sabahattin Ali.

2. "Hayır dostum hayır!" diyordu. "Aşk hiç de sizin söylediğiniz basit sempati ve bazan derin olabilen sevgi değildir. O büsbütün başka, bizim tahlil edemediğimiz öyle bir histir ki, nereden geldiğini bilmediğimiz gibi, günün birinde nereye kaçıp gittiğini de bilemeyiz. Halbuki arkadaşlık devamlıdır ve anlaşmaya bağlıdır. Nasıl başladığını gösterebilir ve bozulursa bunun sebeplerini tahlil edebiliriz. Aşka girmeyen şey ise tahlildir. Sonra düşünün, dünyada hepimizin hoşlandığı birçok kimseler, mesela benim hakikaten sevdiğim birçok dostlarım vardır. Şimdi ben bütün insanlara aşık mıyım?
Ben fikrimde ısrar ederek:
"Evet" demiştim. "En çok sevdiğinize hakikaten ve diğerlerine birer parça aşıksınız!"


İkinci kısımda ise Raif Bey'in neden Raif Bey'e dönüştüğünü adım adım takip ediyoruz. Maria Puder ile tanışmasını, aşık olmasını ve aşkın ürkekçe gelişimini okuyoruz. Bu kısım ilk başladığında ilk bölümden tatlar taşısa da ilerledikçe maalesef bu lezzeti yitirmeye başlıyor. Sabahattin Ali bir insanı ya da olayı dışarıdan çok çok güzel analiz edip anlatabilirken, olayı yaşayanların dilinden aynı şıklıkla anlatamıyor. Belki ısmarlama bir aşk hikayesi olup da zorla yedirilmiş olmasından kaynaklıdır diye düşünmeden edemiyorum. Çok sakin, sıradan ve çarpıcı olmayan bir hikaye anlatılmaya çalışılıyor. Analizler yerini gündelik hareketlere ve işlere bırakıyor, zihinlerde dolanan fikirler, sokaklarda dolaşan aşıklara devroluyor. Ancak bu, her halükarda kitabın en iyi eserlerden biri olmasına mani olabilecek bir probleme dönüşmüyor ve hikaye son kısıma geçerek toparlanıyor.

3. "Trenin hareket saati gelmişti. Bir memur vagon kapısını örtüyordu. Maria puder merdiven basamağına atladı, sonra bana eğilerek, yavaş bir sesle, fakat tane tane:
-"Şimdi ben gidiyorum. fakat ne zaman çağırırsan gelirim" dedi.
Evvela ne demek istediğini anlamadım. o da bir an durdu ve ilave etti.:
-"Nereye çağırırsan gelirim!"

****

"Belki bu da kafiydi. Bir insana bir insan herhalde yeterdi. Fakat o da olmayınca? Her şeyin bir hayal, aldatıcı bir rüya, tam bir vehim olduğu ortaya çıkınca ne yapılabilirdi? Bu sefer inanmak ve ümit etmek kabiliyetini ben kaybetmiştim. İçimde insanlara karşı öyle bir itimatsızlık, öyle bir acılık peyda olmuştu ki, bundan zaman zaman kendim de korkuyordum. Kim olursa olsun, temasa geldiğim herkesi düşman, hiç değilse muzır bir mahluk telakki ediyordum. Seneler geçtikçe bu his kuvvetini kaybedeceğine şiddetlendi. İnsanlara karşı duyduğum şüphe, kin derecesine çıktı. Bana yaklaşmak isteyenlerden kaçtım. kendime en yakın bulduğum veya bulacağımı zannettiğim insanlardan en çok kaçıyordum. “O bile böyle yaptıktan sonra!..” diyordum…"

Son bölüm, tekrar en başa, tanıdığımız Raif Bey'e döndüğümüz bölüm. Ancak artık Raif Bey'in bu umursamazlığının ve varlığının anlamsızlığının neden olduğunu biliyoruz ve aynı anlamsızlığı taşıyoruz okuyucu olarak. Çünkü Maria Puder'in aşkını paylaşıyoruz Raif Bey ile. Çarpıcı, acıklı ve yine net bir son ile tamamlıyoruz romanı. Durum analizlerinin bolca yer aldığı son kısımda Avrupai bir ortamdan memleket topraklarına dönüş, yerel entrikalar (Enişteler) ve yurdum halleri anlatılıyor yine çok kaliteli bir dille.



Tekrar tekrar okunası bir başucu eseridir Kürk Mantolu Madonna. Henüz okumayan var ise vakit kaybetmeden edinmeli ve dünya çapındaki bu yerli eseri okumalıdır. Muazzam.

30 Mayıs 2013 Perşembe

Dudak payı



Penceremden dışarı baktım bugün, tıpkı dün ve önceki günler gibi. Yolun karşısındaki inşaat uzun zamandır aynı şekilde duruyordu, müteahhitinden ne bir haber ne de ses vardı, hep aynı şekilde uğurluyordu işe gidenleri. Her sabah yokuşun başında uyuyan köpek yine istifini bozmadan uzanıyordu, geçen arabalara aldırış etmeden. Çocuklar okullarına aynı kıyafetle, aynı ve uykusuz gözlerle gidiyorlardı. Yan komşum her sabah ben evden çıkarken aynı sessizlikle dinliyordu kapıyı. Belediyenin çöp işçileri, ki çöpçü demek daha şairane gelir kulaklara, aynı kokuyu çekiyorlar ama yine fark etmiyorlardı. Bakkal, kepengi aynı sinir bozucu sesle indiriyor ve bir üst katta oturanı muhtemelen çileden çıkarıyordu yine. Az ilerideki mezarlıkta yer kalmadığından uzun müddettir yeni gelen yoktu ve gitmek bir hayaldi sakinleri için. Evimin önündeki yolun çukurları uzun zamandır kabul görmüştü sokağın müdavimlerince ve belediye yeterli görmüş olacak ki yenisini açmıyordu.

Uzun zamandır her şey aynıydı, ama bir müddettir her şey farklıydı.

Penceremden dışarı baktım bugün, ben farklıydım yalnızca, sadece ben. Her şeyin bu kadar güzel olduğuna şaştım.

Yakın olsun isterim
ellerime ellerin
yanında beton binaya
yaslanması gibi
köhne bir evin

Dudak payı / Sunay Akın

13 Mayıs 2013 Pazartesi

Tek bildiğim

Bir tepeden aşağı doğru yürüyordum. Ne hızlı ne de yavaştı adımlarım, zamanı sindiriyordum. Şehrin benzin kokusundan ve kulaklara yer eden gürültüsünden ırak, bir vahada zevk-i sefa ediyordum sanki. Şehrin bu kadar içindeyken nasıl bu kadar dışındaydım şaşıyordum. İnsan, kendi başına bir şehir gibi.

Bir tepeden aşağı yürüyordum. Ayağımın altında eziliyordu çakıl taşları. Bir kamyondan mı dökülmüşlerdi, yoksa yağmur mu sürüklemişti vatanlarından bilmem. Bize benziyorlardı, bir bütünün parçasıyken paramparça olmuşlardı, ve ayrı düşmüşlerdi birbirlerinden. Bilmem, kızıyorlar mıydı ezen ayaklara, kıran yağmura ya da sürükleyen rüzgara, yoksa umut mu ediyorlardı tekrardan kavuşmayı?

Güneş sızıyordu devleri andıran ağaçların yemyeşil yapraklarından. Tepeden aşağı doğru yuvarlanıyordum sanki, ne hızlı ne de yavaştı adımlarım. Rüzgar vuruyordu yüzüme, tek bildiğim bu.

Uyum içindeydim yaratılan her şeyle, ne hızlı ne de yavaştı adımların. Bir müziğe eşlik eder gibi, güzel, naif ve bir arpın tellerinden dökülür gibiydi sözlerin. Uzun bir yoldan evime dönmüş de yerimi bulmuş gibiydim.

Ne rüzgara kızıyordum ne de yağmura. Eğri büğrü bir çakıl taşıydım yalnızca, tek bildiğim bu.

27 Nisan 2013 Cumartesi

Gezgin / Paylaşımın yeni adresi

Araf Yayınlarından Halil Cibran serisine devam ediyorum. Bu kez durağım "Gezgin". Ercan Güneş'in Türkçe'ye çevirdiği bu eser, az sonra paylaşacağım tarifi mümkün duygular uyandırdı bende. Yazıya devam etmeden önce belirteyim, yaptığım araştırmalar, maalesef kitabın bu çevirisinin pek de başarılı olmadığını, Cibran'ın şiirselliğinden eser taşımadığını gösterdi.
Misal şuradaki tat yok: http://tr.wikiquote.org/wiki/Halil_Cibran

Öncelikle yazılana duyulan saygının yazara da duyulması gerektiğini belirtmem gerek. Alıntı yapayım derken çalma eylemine girilen bir dünyada yaşadığımız malumunuz. İnternetin olmadığı, henüz topluluklar halinde değilde kişisel aydınlanmalar yaşadığımız dönemlerde çok da farkında değildik, ya da nadiren rastlaşıyorduk bu tür durumlarla. İnternet hayatımıza davetsizce girdi, "neymiş bu internet denen şey" deyip bir heves "e" ikonuna tıklayıp başladık yalan yanlış bilgileri kabullenmeye. Sonra popüler olma furyası çıktı başımıza, sınırsız ve sualsiz paylaşım yapma, takipçi edinme tutkusu sardı dört bir yanımızı. Kullanıcıların %60'ı düşünmeden düşünürlerin düşündüklerini sanki kendileri düşünmüş de milleti de düşündürmek istiyorlarmış gibi gökten yağdırdılar cümleler halinde. Geri kalan akıllılar da kuyudan taş çıkarma eylemine girişmeye üşendiler belli ki, öyle ya "Bak o öyle değil" diyenlere "Entel" denirdi ve bu topraklarda "Entel, dantel" işlerle uğraşmak erkeği bozardı. Sonra herkes bir tık kadar uzak olan "paylaş"ı tıklar oldu, kim demiş ne demiş niye demiş nerede demiş araştırmadan.

Bilgi kirliliği doğdu böyle böyle, hem de başını alamayacağımız şekilde, toparlanamayacak kadar yığılı ve bir kere bilgileneni yanlış bilgiyle yaşatacak şekilde büyüdü. Kitap eleştirelim derken nereden mi geldik bu konuya? Hemen anlatayım:


İstiridyenin biri diğerine dert yanar: ''içimde yuvarlak ve ağır birşey var, bana acı veriyor''
Diğeri kibirli bir memnuniyet içinde: ''Şükürler olsun ki içimde hiçbir sıkıntı yok, hem içimde, hem dışımda mutlu ve bütünüm".
O sırada oradan geçen yengeç şöyle der: ''Evet mutlusun halinden ve bütünsün. Ama şunu söylemeliyim ki diğer istiridyenin çektiği acının sebebi içindeki eşsiz güzellikteki incidir..."



Bu hikayeyi bilmeyeniniz yoktur. Ben de kaç kez duydum, okudum "internetten". Ancak bir kez olsun kime ait olduğunu ne gördüm paylaşımlarda ne de sorguladım. Ta ki bugün "Gezgin"i okuyana kadar. Okuduğum anda garip bir hisse kapıldım. Bir bahçeye girip erikleri yerken bahçe sahibinin gelmesi gibi bir duyguydu. Utandım. Halil Cibran ile "Ermiş" kitabıyla buluştuğumu zannederdim ancak aslında çok çok önceleri okumuşum yazdıklarını. Araştırmış olsaydım çok daha öncesinden hakkını vererek biliyor olacaktım bu değerli yazarı.

"Geç olsun da güç olmasın", "Zararın neresinden dönersen kardır" atasözlerine boyun eğerek çevirdim sayfaları. Şimdi de sıra geldi eleştirmeye.

"Varlığı dert yokluğu yara" olan internette ünlü düşünürlerin sözleri önce insan kaynakları sayfalarında, sonra da bütün internet kullanıcılarının paylaşımlarında görünür olduğundan beridir bende bu tür paylaşımlara karşı bir beğenmeme psikozu belirdi. Hani en kral cümleleri koysan dönüp bakmayacak seviyeye geldim. Bu kitapta anlatılanların çoğu da böyle, sosyal mesaj / kişisel gelişim içerikli yazılar olduğundan sanırım bir türlü beğenemedim. Ha diyeceksiniz ki "O kadar mı kötü?", kesinlikle hayır. Yazılanlar oldukça güzel ve düşündürücü ancak bu sosyal mesajlara her gün Facebook sayesinde doyduğum için aklım tok durumda.

Kitap genel olarak farklı bakış açılarına eğilmiş durumda. Hikayelerde ortada hep bir olay var ve ona bakan herkes farklı değerlendiriyor. Kitabı okurken bir insan davranışını daha tespit etmiş oldum, bir anlatıda ard arda 2 farklı kişinin davranışından bahsederseniz beyin otomatikman ilk anlatılanın yanlış olduğu algısına kapılıyor. Cibran da kimi hikayesinde bu taktiği uygulayıp ilkini haklı çıkarıyor.

Kitapta hiç anlam veremediğim, bir yere bağlayamadığım hikayeler de mevcut, bunlarda iki okumadan sonra anlayamıyorsam zorlamama metodunu uyguladım, suçu çeviriye de atabilirim tabi :/

Söylediklerimi kötü olarak algılamayın, "Gezgin" kitaplığınızda bulunması gereken kitaplardan.

15 Nisan 2013 Pazartesi

Ermiş / The Prophet - Cibran'ın mirası

Halil Cibran'ın ilk okuduğum kitabı oldu Ermiş (The Prophet). Okumama vesilen olan, Cibran ile tanışıklığımı sağlayan kıymetli insana teşekkür ederim. "Baş ucu kitaplarımdandır" demişti, bu sözü gerçekten hak eden bir kitap.

Önce Halil Cibran'dan bahsetmekte fayda var. Cibran, 1883 yılında Lübnan'da dünyaya gelmiş. 1902 - 1908 yılları arasında resim yaparak hayatını kazanmış, 1908 - 1911 arasında Paris'te heykeltraşlık eğitimi almış. 1918'de ilk kitabı The Madman / Deli, 1923'te de The Prophet / Ermiş'i yazmış. Farklı sanat dallarını tecrübe etmiş, fikri gelişmiş bir hayli.
1931'de acı bir şekilde yoksulluk içinde, birden çok hastalıkla boğuşarak hayata veda etmiş. Cibran ismini duymamam benim ayıbım. Çünkü Halil Cibran, Shakespeare ve Lao-Tzu'dan sonra en çok satan şairler sıralamasında üçüncü imiş.

Sefalet içinde ölmek, eskiden yazarların kaderi imiş galiba. Nedense aklıma bu yazarlar için, "Kör ölür badem gözlü olur, kel ölür sırma saçlı olur" atasözü geliyor. Bir kerede vaktinde kıymet bilselermiş o zamanın insanları, ne iyi olurmuş. En azından adamlar biraz gün görürdü.


Ermiş, Orphalese kentinden ayrılmakta olan El Mustafa'nın ayak üstü anlattıklarından oluşan bir kitap. Her bir satırı üzerine oturulup tartışılabilir. Cibran, 30 yaşında iken kaleme almış ancak anlattıkları daha yaşlı bir insanın söyledikleri gibi.


birbirinizi sevin, ama sevginin üzerine bağlayıcı anlaşmalar koymayın, 
bırakın yüreklerinizin sahilleri arasında gelgit çalkalanan bir deniz olsun sevgi 
birbirinizin kadehini onunla doldurun ama aynı kadehe eğilip içmeyin, 
ekmeğinizi bölüşün, ama aynı lokmayı dişlemeye kalkmayın, 
şarkı söyleyin, dans edin, eğlenin birlikte, ama ikinizin de birer yalnız olduğunu unutmayın, 
çünkü lavtadan dağılan müzik aynı, ama nağmeleri çıkaran teller ayrıdır, 
yüreklerinizi birbirine bağlayın ama biri ötekinin saklayıcısı olmasın, 
çünkü ancak hayat'ın elidir yüreklerinizi saklayacak olan, 
hep yanyana olun, ama birbirinize fazla sokulmayın, 
çünkü tapınağı taşıyan sütunlar da ayrıdır, 
çünkü bir selvi ile bir meşe birbirinin gölgesinde yetişmez....


Kitap şahane, hani üzerine çok fazla konuşmaya bile gerek yok. Ancak okumalarım esnasında fark ettiğim durum önemli. Kitap eğitim amaçlı yazılmış gibi, sürekli her satırında dolu dolu mesaj var, ancak mesajlar bu kadar ardı ardına sıralanınca insan ister istemez "bir önceki satır daha güzeldi" diyebiliyor istemsiz olarak ve bir beklenti içine giriyor, "daha güzel satırlar var mı?" diye. Ne zaman not alayım dediysem sonunda hiç bir şey yazamadığımı gördüm. Evet, bütün satırlar tek başlarına anlamlı, ancak bu kadar güzel bir arada olunca, söz kendinden bir şey kaybetmese de görünürlüğünü yitiriyor. Hani daha uzun bir kitabın satır aralarına dağıtılsalar tek tek altlarını çizebilirdik, ve okuyucu olarak bizler daha çok sahiplenebilirdik.

Facebook ahalisi anladığım kadarı ile Mevlana'dan geçip Cibran'a gelememiş daha, gelseler onlar için şahane bir hazine, Ermiş.

Kitabın sayfa sayısını görüp "Dur bi okuyup bitireyim şu Ermiş'i" diyenler olacaktır illaki, ikaz ediyorum şimdiden, arkadaşım iki dakika soluklanın hele. Ermiş, öyle hemen okunup bitirilecek bir kitap değil. Kısım kısım okuyun, düşünün, hazmedin. Nasıl ki soluksuz uzunca bir muhabbetten geriye akılda en fazla bir kaç cümle kalır, öyle okursanız sizin de alacağınız o bir kaç cümleden fazlası değildir. Kurgudan daha çok gerçek hayat yansımaları olan bir kitap bu, haliyle biraz kendi yaşamınızı göz önüne getirip değerlendirmeniz lazım.

Okudum, tasdik ettim. Ermiş, güzel kitap :)

unutmayın ki edep, saf olmayanların gözüne karşı bir kalkan demektir.
ve saf olmayan artık kalmadığında edep bir bukağı ve bir zihin kirlenmesinden başka nedir ki?
ve unutmayın ki toprak çıplak ayağınıza dokunmaktan keyif duyar ve saçlarınızla oynaşmayı arzular rüzgârlar.

*****


Çalışmak, sevginin göze görülebilen şeklidir.
Eğer işinize sevgiyle değil de isteksizlikle sarılmışsanız o zaman işinizi
bırakın ve tapınağın kapısı önüne çöreklenip sevgiyle çalışanların
önünüze atacakları sadakaları toplayarak geçinin, daha iyi.
Çünkü, eğer ekmeği içine sevgi katmadan, ilgisizce pişirirseniz, yiyecek
olanların ancak yarı açlığını giderebilecek acı bir ekmek yapmış
olursunuz.
Eğer üzümlerinizi içine ağız-tadı katmadan, kinle damıtmışsanız, şarabınızdan içecek olanın kadehine zehir akıtmış olursunuz,
Ve eğer, meleklere özenircesine şarkı söyleyip de gerçekte içinizden şarkı
söylemeyi sevmek geçmiyorsa, insanların, gecenin ve gündüzün seslerini
duyacak kulaklarını tıkamış olursunuz.



Follow my blog with Bloglovin

14 Nisan 2013 Pazar

O yer


Kırıldığım yerler sızlıyor sende
affet!
balık istifi düşlerim
sana dokunduğum yerde

FC / 14.04.2013

12 Nisan 2013 Cuma

ahirim sensin



Bir tele dokunur önce, yıllar titrer, yollar titrer... Nice yaşanmışlıklar birer oyuk açmıştır sözcüklerinde, nice hüzünlerle dökülen yaşlar doldurmuştur oyukları, kaderden değil kederden alacaklıdır sevinçleri. Bir tele dokunur önce, kelimeler titrer, dinleyen titrer...

Söyleyen, söylediğiyle kalmaz, çığırdıkça duyulur da söylettikçe yaşar, kandırma bizi, kim inanır öldüğüne Neşet Ertaş!

7 Nisan 2013 Pazar

Ayan Beyan


Ellerin düşerken avuçlarımdan
çoktan göğü sarmıştır yağmurun heyecanı
ve titrek bir sözcüktür sevmek
gözlerin çekilirken kıyılarımdan

en güzel namedir çalan vapurun düdüğü
sen vazgeçince yalnızlıktan

Bir görünür bir kaybolur güneş
yollar uzadıkça uzar gölgelerde
vuslat çaresizliğin diğer adı mıdır?
gönlümü terketmek isterken ellerinde

aslında bir çaredir, çaresizlik
söyleyecek söz, nihayete erdiğinde

Bir hüküm gibi yazılıdır, yaşanacak olan
suskunluk, en tuhaf organı cümlelerin
bir bakışta gizlemiş Yaratan, meçhulü.
tek bir bakışta tamamlanır eksik olan

Rüzgar çalacak, dallar söyleyecek sana
güftelerimi, kulak ver, ayan beyan. 

F.Ç. / 07.04.13

6 Nisan 2013 Cumartesi

Gregor Samsa bir sabah uyandığında... / Dönüşüm

Orjinal adı Die Verwandlung olan Metamorfoz/Dönüşüm/Değişim olarak da bilinen Franz Kafka'nın en çarpıcı eseri. Diğer kitaplarını okumadım henüz ama genel görüş bu yönde. Yıllar önce Kağan ile muhabbetini yaptığımızı hatırlıyorum, "çok güzel, mutlaka oku" demişti, "ne anlatıyor?" dediğimde ise "Samsa diye bir adam var ve sabah uyandığında böceğe dönüşüyor" demişti, kitap hakkında ipucu verdiğini düşünerek kızmıştım ilkin, ta ki bugün kitabı alıp ilk cümleyi okuyana kadar.

İnsanın hayatında en az bir tane pot kıran ve sözünü esirgemeyen dostu vardır ve zaman zaman düşünmeden pat diye kötü haberi verir. Kafka da öyle patavatsız ve sözünü esirgemeyen bir yazar anlaşılan. Kitabın ilk cümlesi:
"Gregor Samsa bir sabah huzursuz düşlerden uyandığında, kendini yatağında dev bir böceğe dönüşmüş olarak buldu."

Kendimi bir yazar olarak hayal ediyorum, ilk cümle çok mühim, ne anlatabilirim? Belki olayların geçeceği mekanın tasviri ile başlamalı söze, havadan, sudan, mevsimden bahsetmeli belki, öyle ya konuya hemen girip okuyucuyu sıkmaya, hikayeyi zora sokmaya gerek var mı? Asıl ağır ve temel mevzular gelişme bölümünde olmalı, ki okuyucu takip edebilsin konuyu. Hımmm, mantıklı. İllaki bir giriş, gelişme, sonuç sıralaması olacak, hikaye dediğin böyle olmalı.

Bir de Kafka'yı bu kitabı yazarken hayal ediyorum. Daha doğrusu edemiyorum :/ ilk cümlenin yıkıcı, son cümlenin bu kadar kayıtsız olmasını izah edemiyorum. O zaman bakış açısını değiştirmek gerek. Neydi elimizdeki klasik öykü sıralaması? Giriş, Gelişme, Sonuç. Eğer ilk cümle Giriş ve son cümle Sonuç bölümü ise geri kalan her şey Gelişme bölümü oluyor. Evet, başlangıç ve bitiş bu kadar net aslında, kitap sadece Gelişme bölümünden ibaret. Ve Gregor Samsa ne kadar ana karakter olarak görünse de, gelişmeye ve ana fikri vermeye yönelik ortaya konulan bir malzemeden, sahneden ibaret. O zaman hikayede anlatılan da geri kalan her şey olmalı, yani Dönüşüm, Samsa'nın bir böceğe dönüşmesinden öte bir şey, Samsa'nın dışındaki her şeyin dönüşümü demek oluyor.

Hikayede "Böceğe dönüşmek" olarak bahsi geçen şey bir sembol, bir imge. Buna mühendislik yaklaşımı ile X dersek bir tek hikayeden N tane farklı hikaye okuyor durumuna gelebiliriz. Misal, Samsa'nın ciddi bir kaza geçirip yatalak bir hastalığa yakalandığını düşünün ve X kısmına "Yatalak hasta"yı koyun, geri kalan hikayede ufak tefek rütuşlarla aynı ana hatları rahatlıkla tekrarlayabilirsiniz. Çünkü dönüşüm, ailenin, içerisinde bulunan bir bireyinin dönüşümünü kabul edememesinden ibaret. Bana Balzac'ın "İnsanlık Komedyası"ndan bir parça gibi göründü bu hikaye.

Her romanın bağlantılı olduğu, en azından ilham aldığı bir gerçek yaşam öyküsü vardır. Bu roman için de kimisi Kafka'nın babasının bir mektubunda "Sen bir boceksin, parazitsin ailenin sirtinda" demesine bağlıyor, diğer çoğunluk ise Kafka'nın aslında "Sanayi Devrimi"ne göndermede bulunduğu için böyle bir kitap yazdığı görüşünde. Her ikisinin de doğruluk payı olabilir. "Sanayi Devrimi" kitabın ilk sayfalarını ve son sayfasını okuyanlar için daha mantıklı görünüyor. Hele ki ilk böceğe dönüşme aşamasında Samsa'nın işi düşünüp, ne olacağını, patronunun nasıl tepki vereceğini düşünmesi en sağlam delil olsa gerek. Ancak Dönüşüm'de Kafka bir başkasından daha çok kendini tasvir etmiş ve babasına kendisini kabul ettirememesini edebi bir yolla anlatmıştır. Hatta "Yargı" adlı kitabında bu etkinin daha belirgin olduğu söylenir. "Babaya mektup" ile baba-oğul ilişkisini sorgulamayı sürdürmüştür.

Kitabın en ilginç yanı aile bireylerinin Samsa'nın bir böceğe dönüşmesini yadırgamamış olmaları. İnsan bir şok olur, değil mi? Aile, sadece görmezden gelme ve iğrenme hissine sahip oysa, sorgulamıyor, sahiplenmiyor ya da veryansın etmiyor olanlar karşısında.

Uzun zamandır tasvir gücü bu denli yüksek bir kitap okumamıştım. Sıkmayan ve net olmaya çalışan, okuduğunuz her satırı hayal gücünüzde canlandırmanıza fırsat veren bir yazım dili var. Çok sayfalı romanlardan korkanlar için de tam bir ilaç, toplamda 80 sayfa.

Kafka, zamanında bu kitabı basmak isteyenlerden özellikle kitap kapağında böcek göstermemelerini ister, bu kitapta anlatılanın böcekten öte bir şey olduğunu söylermiş.

Kafka ölmeden önce dostu Max Brod'a, bütün eserlerini yakmasını söylemiş. Ben de kitabın ön sözünde olan cümle ile yazımı tamamlıyorum:

Max Brod'a...

Kafka'nın vasiyeti hilafına,
bu büyük yapıtları yakmayarak
bize ve insanlığa kazandırdığı için...




31 Mart 2013 Pazar

Amerikan Menekşesi / İnsan, kendi türünün düşmanıdır.

Bir hikaye düşünün, içerisinde 1 görgü tanığı 2 şahit 1'de sanık olsun. Şahitler polis, tanık polisin yazdığı senaryoyu oynayan bir adam olsun. Ortada isnat edilen suç her ne olursa olsun sanığın kurtulma gibi şansı olabilir mi, suçsuz olsa bile? Ve bu durumu 1 değil yüzlerce sanık itham edilenler için düşünün.

American Violet gerçek bir yaşam öyküsünden alınmış. Yukarıda bahsettiğim tanım ise Regina Kelly adlı kadının Texas'ta başından geçenleri anlatıyor, sadece Kelly değil tabi, bir mahallede oturan çoğu Afro-Amerikan insan için geçerli.

Olay inanılmaz ürkütücü. Amerikan yasalarında Plea Bargain denen bir sistem var ve insanlara işledikleri suçlar karşısında savcılığın pazarlık olarak ceza indirimi / ertelemesi sağlayan yapıya deniyor. İnsanları alabilecekleri maksimum ceza ile korkutuyorlar, halbuki masumiyet karinesine ters, henüz ceza ispatlanmamış iken elleri güçlü olduğu için sadece tek bir ifade üzerinden tehdit ediyorlar. Bu anlaşmayı yapan insanlar devlet güvencesinden çıkıyorlar, oy kullanamıyorlar, sağlık güvenceleri (çocukları da dahil) kalkıyor. Ancak balık baştan kokar ve sisteme hükmedenler yerlerini ve ceplerini sağlamlaştırmak için sistemi kötüye kullanırlarsa ezilen her zaman vatandaş olur. Texas'ta zamanında yaşananlar da bundan ibaret aslında. Amerika da savcıları da halk seçiyormuş ve bundan ötürü Savcının taktiği şu oluyor: Zencileri işlemedikleri suçlardan yargıla, pazarlık yap, seçim haklarını ellerinden al, beyazları onları zencilerden koruduğuna ikna et ve tekrar seçil. Filmin bir yerinde Peder kendi renginden insanlar için şunu diyordu: "Halkımızın yarısı oy kullanmıyor diğer yarısı da zaten kullanamıyor".

Allah'tan ACLU (Amerikan Sivil Özgürlükler Birliği) adlı avukatlar grubu ortaya çıkıyor da Regina Kelly'i (Filmdeki adı Dee Roberts) bu zalimlerin elinden kurtarıyor, olayların gerçek yüzünü ortaya çıkarıp daha kötü olmasını engelliyor. ACLU'nun sitesinde geçen ve ziyaretçileri karşılayan söz şu: "Çünkü özgürlük kendi kendini koruyamaz", özgürlük korunmaya ihtiyaç ihtiyaç duyan ve kötülerin eline geçmemesi gereken en değerli varlığımızdır.

Bu hikayenin benzerlerini çok gördük, daha önceki yazılarımdan birinde benzer bir filmi değerlendirmiştim: In The Name Of The Father ve bir Pardon örneğimiz de var. Hal böyle olunca insan ister istemez kendi yarattığı adalet sistemini sorgular hale geliyor. Tanrı'nın indirdiği kurallara iman edip, kendi yazdığımız yasalara boyun eğiyoruz. Kurduğumuz sistemler istismar edilebilir, özellikle devlet kendi kurumlarına sonsuz güven duyar ve  hata yapmayacağını baştan kabul ederse, devamında mezalimin ve zulmün gelmesi kaçınılmazdır. Yasaları yorumlayanlar kendi çıkarlarına göre yorumlar, kendi çıkarlarına göre suçu şekillendirirlerse en masum insan bile idama mahkum edilebilir. Uzun zamandır dünyanın hiç bir yerinde adil bir adalet sistemi kurulamayacağını düşünüyorum, çünkü insanın olduğu her yerde/şeyde mutlaka kötülük vardır. İşin kötüsü bu tür bir durumda masumiyetinizi ispat edebilmeniz için sadece kötü niyetli devlet adamlarını ifşa etmeniz yetmez, çünkü devletler kolay kolay kendi çalışanlarının/kurumlarının hata yaptığını kabul etmek istemez. Masumiyetiniz ispat edilse bile devletin öfkesini üzerinize çekmeniz hayatınızın eskisi gibi olmayacağının işaretidir.

Kıyamete kadar yukarıda anlattığım senaryoyu tekrar tekrar izleyeceğimizin garantisini şimdiden verebilirim.

23 Mart 2013 Cumartesi

Sana gül bahçesi vadetmedim

2000'li yılların başındaydık, metiskitap.com'un sitesini hazırlıyorduk o zamanlar, testlerimizi yaparken bir çok kitapla karşılaşıyorduk haliyle. O kadar kitap arasında "Sana gül bahçesi vadetmedim" isim olarak en çok dikkatimi çekenlerdendi. Hareketli bir cümle idi, vadedilmiş bir şeyler olduğu kesindi ama imkansızı vadetmediğini söylüyordu kitabın adı. Bir umut vardı isminde ve olumsuzluk ekinin getirdiği bir hüzün vardı. Bu şiirsel cazibeye dayanamayıp 22.01.2007'de kitaplığımda bulunması için satın almıştım.Gel zaman git zaman 3-4 defa elime alıp okuma gayreti gösterdimse de her defasında bırakmıştım.
Bu kez bitirebilmenin haklı gururuyla yazıyorum bu satırları. Bitirmeme vesile olan güzel insana da can-ı gönülden teşekkür ediyorum.

Kitabın eleştirel yorumlarını okuduğunuzda aklınızda bir soru işareti beliriyor, "Acaba zaman kaybı mı olacak?" diye. Çünkü kitap Joanne Greenberg'in en iyi yapıtları arasında gösterilse de eleştirmenlerin bir kısmı "roman" özelliklerini taşımadığını yani hakikaten kurgusal bir kitap olmadığını söylüyor. Mesela 1964'te Haskel Frankel demiş ki "Hannah Green yapıtına roman demeyi seçmişse de, Sana Gül Bahçesi Vadetmedim'i bir kurmaca ürünü olarak övmek güç. Yapıt bir roman olarak yetersiz; ancak kurmaca dışı bir yapıt olarak, büyük bir dürüstlükle anlatılan ve belleklerde yer eden bir akıl hastalığı öyküsü". Kitabı okuyup bitirdiğimde bu tür eleştirilere ciddi anlamda katıldığımı söyleyebilirim.

3-4 defa başlayıp bırakmamda kitabın dili ve anlattığı şeyler cazip gelmediğinden ve bir romanda bulunması gereken çekiciliği barındırmadığından belki de çok zorlanmıştım. Yeniden, bu kez bitirmek amaçlı başladığımda da, yine aynı sorunsalla karşılaştım. Kitap Greenberg'in öz yaşam öyküsünden uyarlandığı için ve işin içerisinde "akıl hastalığı" gibi genelde "normal" insanların görmezden geldiği bir konuyu ana tema seçtiği için son 100 sayfasına kadar kendimle cebelleştim. Bunda biraz da çevirmenin rolü var tabi, Nesrin Kasap'ın çeviride seçtiği kelimeler zaman zaman tuhaftı ve bu kelimelerin fazla tekrarı okuyanda "aynı cümleyi tekrardan mı okuyorum acaba?" gibi bir ikileme düşürüyordu.

İçerik olarak takip etmesi ve özümsemesi zor bir kitap, haliyle okuması da bir hayli zor. Bir sona sahip değil desek yeridir, çünkü akıl hastanesinde yaşananlar "iyileşme sürecinin" sürekli tekrarlarından ibaret. Zaten "iyileşme" de "normal" insanların asla kabul etmeyecekleri ve hep tereddüt edecekleri bir iyileşme. Kitabın altını çizdiği en önemli mesajlarda biri de buydu zaten: Normal ve anormal insanların birbirine bakışı.

Kitap şizofreni hastası Deborah Blau'nun çoğunluğu akıl hastanesinde geçen akli yolculuğunu anlatıyor. Kitabı okuyan ve yahut "Rain Man" gibi filmleri izleyenlerin ortak görüşü, dahilik ile delilik arasında çok ince bir çizginin olduğudur. Burada "delilik" daha çok "dahilik"e fonetik olarak uyması için bulunan bir kelime, akıl hastalığı da en az nezle olmak kadar herkes için olası bir hastalıktır. Tıpkı "Her özgür insan bir mahkum adayıdır" demek gibi. İnsan yaşamı boyunca kimseyi yadırgamamalı ve bir gün kendi başına da gelebileceğini düşünmelidir.

Kitabın en önemli özelliği hastaların gözünden hikayeyi anlatıyor olması. Bunda Greenberg'in tecrübelerinden yola çıkıyor olmasının büyük bir payı var. Kitap boyunca bir şizofreni hastasının gözünden olayları görüp zaman zaman "normal" insanlardan uzaklaşasınız geliyor. Diğer romanlarda görsel tasvirler ağırlıkta olurken (en azından benim okuduklarımda), bu kitapta fikirsel tasvirler çok daha ön planda, hatta bir çok yerde mekan ya da karakter tasvirlerinin üzerine çıkacak kadar çok, böylece olayların geçtiği yerleri ve kişileri hayal etmeyi zorlaştırıyor olması bir dezavantaj.

Neticede güzel bir gerçek yaşam uyarlaması ancak roman kurgusu ve anlatımından uzak. Tekrardan okuma isteği uyandıranlardan değil ama bir kez okunduktan sonra da akıllarda yer edecek kadar etkili, doğru ve düzgün bir kitap. Zamanı olanlar ve hemen pes etmeyenler için tavsiye edilebilir.

18 Mart 2013 Pazartesi

Sağanak




Adını andığımda sıcak akıyor bütün nehirler
Dünyayı dolduran sözü olduran o.
Ve ben ne desem şimdi, benden değiller
Hala soruyor musun bana, aşk ne demek:
O en "bir" ve "tam" olana yürümek.

Durup durup geçmesin içinden ağlamak
Dur, neden ağlıyorsun can'ım,
yetmez mi ikimize bir sağanak...

Birhan Keskin / Aşk

15 Mart 2013 Cuma

Ardarda



Eksik yazılmış bir şiir değiliz sevgili, anlamı kelimelerin köklerinde saklı cümleleriz sadece. Başkaca şiirlere de benzemeyiz, senin kıtalarında benim mısralarım, benim mısralarımda senin özlemin vardır hep.

Tek başlarına alelade bile olsa söylediğimiz sözcükler, ardarda dizildiler mi sana benzer, bana benzer, bize benzemeye meylettiler mi değme şiirin keyfine ve şairin ölümsüzlüğüne.

11 Mart 2013 Pazartesi

Aşk, en güzel bahanesidir şiirin / Kelebeğin Rüyası


Ben ölsem be anacığım 
Nem var ki sana kalacak 
Ceketimi kasap alacak, 
Pardösömü bakkal 
Borcuma mahsuben... 
Ya aşklarım 
Ya şiirlerim ne olacak 
Ya sen ele güne karşı 
Nasıl bakacaksın insan yüzüne 
Hulasa anacığım 
Ne ambarda darım 
Ne evde karım var. 
Çıplak doğurdun beni 
Çıplak gideceğim

Rüştü Onur / Nostalji



Bugün günlerden "Kelebeğin Rüyası" idi. Adını ilk duyduğumdan, fragmanını ilk izlediğimden beridir içimde uzun zamandır görmezden geldiğim şiir aşkı baş gösterdi ve altında Yılmaz Erdoğan'ın imzasını taşıdığından zaten güzel olacağından emin olarak gittim filme, şiire doymak ve bir şairin gözünden iki meslektaşının kısacık hayat hikayesini izlemek için. İstanbul Gezginleri vasıtasıyla tanıyıp sevdiğim güzel insanlar ile filmin tadını çıkarmak da cabası oldu.

"Aşk, en güzel bahanesidir şiirin"

Yılmaz Erdoğan, Rüştü Onur & Muzaffer Tayyip Uslu'nun yaşamlarından son kesiti izleyici ile buluşturdu. Şiiri yaşamlarının merkezine koyan ve maalesef verem illeti yüzünden genç yaşta hayata veda eden iki şairin aşkı bahane ettikleri bir şiiri izledim resmen. Yılmaz Erdoğan'ın dersine çok iyi çalıştığını söyleyebilirim. Nuri Bilge Ceylan ile çalıştığı "Bir zamanlar Anadolu'da" filminden yaptığı çıkarımlar bu filme çok iyi yansıtılmıştı. Her bir karesi adeta kartpostal tadındaydı, hani sinemada filmi sahne sahne durdursalar oturup onlarca dakika sessizce o anı izleyebilirdim. Işık kullanımı, çekim açıları, dönemin beyaz perdeye yansıtılış şekli, filmi Türk sineması standartlarının bir hayli üstüne çıkarmış. Kaliteli senaryo yazma konusunda zaten sayılı insanlar arasında yer alan Yılmaz Erdoğan'a tek eleştirim madende geçen sahnelerin uzunluğu konusunda olur. İzleyiciyi filmin ana konusundan az biraz kopardı, öncesi ve sonrası sahneler ile doğrudan ilintili olmadığı için daha kısa tutulabilirdi. Ancak Suzan karakterinin madene girişi ve çıkışı arasındaki yüz ifadesi farkı mutlak görülmeye değerdi.

Açık söylemek gerekirse oyunculuklar konusunda Mert Fırat haricinde pek umutlu değildim, ancak fena halde yanıldım ve yanılmaktan son derece mutlu oldum. Mert Fırat'ın mükemmel bir yardımcı erkek oyuncu potansiyeli var ve yavaş yavaş kendini göstermeye başladı. Tek başına bir filmi alıp götüremeyebilir belki ama en az eşdeğer bir rol arkadaşı ile mükemmel işler çıkarabilir. Keza bu filme çok büyük katkısı olan eskinin mankeni günümüzün oyuncusu Kıvanç Tatlıtuğ ile iyi bir ikili olduklarını söyleyebilirim. Sahne arkasında iyi anlaşan bir ekibin sahne önünde ortaya koyacakları eser mutlaka iyi olacaktır.
Türk sinemasının en büyük problemlerinden biri olan yan karakterler ve figüranların kalitesizliği/isteksizliği/beceriksizliği çok şükür ki bu filmde yoktu. Bu problemi her zaman yönetmenin sete hakim olamamasına bağlamışımdır. Yılmaz Erdoğan gibi detaylara önem veren ve BKM mutfakta gördüğümüz kadarı ile iyi bir öğretmen ve yol gösterici için o kadar da zor olmamıştır diye tahmin ediyorum.

Erdoğan bir anlamda şiire olan vefa borcunu bir saygı duruşu babındaki filmi ile az biraz ödemiş oldu. Kendisini saygıyla selamlıyorum.

Filme emeği geçen herkese bu güzel filmi hediye ettikleri için teşekkür etmek, sadık bir Türk filmi izleyicisi olarak boynumun borcudur.


Diyecekler ki arkamdan
Ben öldükten sonra
O, yalnız şiir yazardı
Ve yağmurlu gecelerde
Elleri cebinde gezerdi
Yazık diyecek
Hatıra defterimi okuyan
Ne talihsiz adammış
İmanı gevremiş parasızlıktan 

Muzaffer Tayyip Uslu / Öldükten sonra

Beni bilen bilir, şiire gönül vereli, kalem kağıt alıp karalamaya başlayalı çok zaman geçti. İlk başlarda her şiir yazan gibi kendini şair zannedenlerdendim, sonraları yazdıkça ve daha çok yazdıkça ve çok yazmanın şair olmaya yetmediğini anladıkça, şairliğin ne denli zor bir uğraş olduğunu gördüm. Hayal etmek, kurgulamak, kelimelerle oynamak zor işti, bir cümlede birden fazla anlam yaratmak gerekiyordu çoğu zaman. Bir cümle içinde yaşanmışlığı anlatabilmek ve okuyanda benzer hisleri uyandırmak her babayiğidin harcı değildi. Sonra daha az yazmaya başladım, daha çok şey görmek ve şiiri besleyebilmek için, tekrara düşüp şairin kendi şiirine ihanet etmemesi için.
Bir şair adayı olarak ayrı bir gözle izledim bu filmi. Belki diğer izleyenler için anlamsız gelen sahneler olabilir, ama benim için her bir sahnesi değerli idi. Haftalarca bir satır şiiri tamamlamaya uğraşmak, cebinde kağıt kalem gezdirip aklının derinlerinden kalemin ucuna bir kaç kelime vurur diye beklemek alışageldiğim şeylerdi.  Ve Yılmaz Erdoğan, şiir yazma sürecinde yaşadığı tecrübeleri başarıyla yansıtmıştı filme.

Sen sesini alıp gidince ben burda dilsiz kaldım 
Ya sen bana fazla geldin 
Ya ben sana az kaldım 

Yılmaz Erdoğan / Sevmekten Gidince


Ve bildiğim bir şey vardı filme girmeden önce; şiir kendine bahane arardı. Şiir yazılmak ister, bir şimşek gibi çakar tek bir kelime, ardı yoktur, öncesi yoktur, o an yalnızdır, tek başına, başka bir kelime bekler yanında. Şairin görevi o kelimeye bir eş bulmaktır, tamamlamak, tamam edemezse bilir ki o bir tek kelime kıymık gibi batacaktır aklına ve uykusunda bile rahat yüzü görmeyecektir.
Ve aşk, en güzel bahanesidir şiirin, aklın en tatlı kıymığı. Şiir yazılmak ister, sevilenin şanı onu anlatabildiğin kadar. Mediha, Rüştü'ye diyor ya "kötü şeyleri ne kadar da güzel söylüyorsun" diye, şiir hüznü baştan yaratır, içerisinde yeter ki sevilen olsun, allar pullar, hüznü hiç görmediğiniz kadar iyi, hiç tatmadığınız kadar tatlı, hiç düşünmediğiniz kadar güzel geri satar size, şaşarsınız.

Ne kalır geriye kayıp giden bir yıldızdan?
Toz ve duman...
Anladım daha fazla olmayacak
Senden geriye kalan

F.Ç. / Kalan










7 Şubat 2013 Perşembe

Adını ko!

Sessizlikle başlar yokluğun sancısı
en ağır elden daha ağır yaranı saran
Kalmak, çaresizce, kök salmışçasına
sessizliğe alışmak insana en çok koyan

Bir bekleyiş, ardından bakarken gidenin
Henüz gitmemişken, henüz açılırken yaran
Bir bekleyiş, umudu merhem gibi sürenin
Kalan değil gidendir sessizliğe adını koyan

- fc / 06.02.2013 -

31 Ocak 2013 Perşembe

Kurmaca

Kurulmuş bir saat gibi, birden gücü tükeniveriyor insan denen varlığın. Yapacak onca şey varken tek bir şey yapacak şevki bulamıyor kendinde. Gülmek dururken gülümsemekle yetiniyor. Maskeler buluyor türlü türlü ve mazeretler, yorgunluğuna sebep. Hala büyüyünce ne olacağının hayallerini kuruyor, kendini kuruyor sonra bir saat gibi, hayallerinin hayallerini kuruyor ve çalışmaya başlıyor, tekrar tükenene kadar.

13 Ocak 2013 Pazar

Kat Kit




Bir çocukluk özlemi benimki, sisli gözlerin ardında mutlu bir anın tekrardan vücuda gelmesinin beklentisi.
Sokaklarda yalın ayak, bir elimde kuru ekmek, diğer elimde hayallerim, koşsam tekrardan... düşmeye hevesli... kalkmaktan henüz yorulmamış olarak...

Olmaz mı? Saatler geriye doğru çalışmaz mı? Kat Kit Kat Kit...

Zaman, kendi çocuklarının katili...

10 Ocak 2013 Perşembe

G(i/e)dik


Madem yoksun baktığım yerde
görmeyeyim masayı, sandalyeyi
teğel teğel işleyim geceyi gündüze
alsın aklımı uykum
ve bir düşün gerçekliği

- fc / 10.01.13 -