31 Mart 2013 Pazar

Amerikan Menekşesi / İnsan, kendi türünün düşmanıdır.

Bir hikaye düşünün, içerisinde 1 görgü tanığı 2 şahit 1'de sanık olsun. Şahitler polis, tanık polisin yazdığı senaryoyu oynayan bir adam olsun. Ortada isnat edilen suç her ne olursa olsun sanığın kurtulma gibi şansı olabilir mi, suçsuz olsa bile? Ve bu durumu 1 değil yüzlerce sanık itham edilenler için düşünün.

American Violet gerçek bir yaşam öyküsünden alınmış. Yukarıda bahsettiğim tanım ise Regina Kelly adlı kadının Texas'ta başından geçenleri anlatıyor, sadece Kelly değil tabi, bir mahallede oturan çoğu Afro-Amerikan insan için geçerli.

Olay inanılmaz ürkütücü. Amerikan yasalarında Plea Bargain denen bir sistem var ve insanlara işledikleri suçlar karşısında savcılığın pazarlık olarak ceza indirimi / ertelemesi sağlayan yapıya deniyor. İnsanları alabilecekleri maksimum ceza ile korkutuyorlar, halbuki masumiyet karinesine ters, henüz ceza ispatlanmamış iken elleri güçlü olduğu için sadece tek bir ifade üzerinden tehdit ediyorlar. Bu anlaşmayı yapan insanlar devlet güvencesinden çıkıyorlar, oy kullanamıyorlar, sağlık güvenceleri (çocukları da dahil) kalkıyor. Ancak balık baştan kokar ve sisteme hükmedenler yerlerini ve ceplerini sağlamlaştırmak için sistemi kötüye kullanırlarsa ezilen her zaman vatandaş olur. Texas'ta zamanında yaşananlar da bundan ibaret aslında. Amerika da savcıları da halk seçiyormuş ve bundan ötürü Savcının taktiği şu oluyor: Zencileri işlemedikleri suçlardan yargıla, pazarlık yap, seçim haklarını ellerinden al, beyazları onları zencilerden koruduğuna ikna et ve tekrar seçil. Filmin bir yerinde Peder kendi renginden insanlar için şunu diyordu: "Halkımızın yarısı oy kullanmıyor diğer yarısı da zaten kullanamıyor".

Allah'tan ACLU (Amerikan Sivil Özgürlükler Birliği) adlı avukatlar grubu ortaya çıkıyor da Regina Kelly'i (Filmdeki adı Dee Roberts) bu zalimlerin elinden kurtarıyor, olayların gerçek yüzünü ortaya çıkarıp daha kötü olmasını engelliyor. ACLU'nun sitesinde geçen ve ziyaretçileri karşılayan söz şu: "Çünkü özgürlük kendi kendini koruyamaz", özgürlük korunmaya ihtiyaç ihtiyaç duyan ve kötülerin eline geçmemesi gereken en değerli varlığımızdır.

Bu hikayenin benzerlerini çok gördük, daha önceki yazılarımdan birinde benzer bir filmi değerlendirmiştim: In The Name Of The Father ve bir Pardon örneğimiz de var. Hal böyle olunca insan ister istemez kendi yarattığı adalet sistemini sorgular hale geliyor. Tanrı'nın indirdiği kurallara iman edip, kendi yazdığımız yasalara boyun eğiyoruz. Kurduğumuz sistemler istismar edilebilir, özellikle devlet kendi kurumlarına sonsuz güven duyar ve  hata yapmayacağını baştan kabul ederse, devamında mezalimin ve zulmün gelmesi kaçınılmazdır. Yasaları yorumlayanlar kendi çıkarlarına göre yorumlar, kendi çıkarlarına göre suçu şekillendirirlerse en masum insan bile idama mahkum edilebilir. Uzun zamandır dünyanın hiç bir yerinde adil bir adalet sistemi kurulamayacağını düşünüyorum, çünkü insanın olduğu her yerde/şeyde mutlaka kötülük vardır. İşin kötüsü bu tür bir durumda masumiyetinizi ispat edebilmeniz için sadece kötü niyetli devlet adamlarını ifşa etmeniz yetmez, çünkü devletler kolay kolay kendi çalışanlarının/kurumlarının hata yaptığını kabul etmek istemez. Masumiyetiniz ispat edilse bile devletin öfkesini üzerinize çekmeniz hayatınızın eskisi gibi olmayacağının işaretidir.

Kıyamete kadar yukarıda anlattığım senaryoyu tekrar tekrar izleyeceğimizin garantisini şimdiden verebilirim.

23 Mart 2013 Cumartesi

Sana gül bahçesi vadetmedim

2000'li yılların başındaydık, metiskitap.com'un sitesini hazırlıyorduk o zamanlar, testlerimizi yaparken bir çok kitapla karşılaşıyorduk haliyle. O kadar kitap arasında "Sana gül bahçesi vadetmedim" isim olarak en çok dikkatimi çekenlerdendi. Hareketli bir cümle idi, vadedilmiş bir şeyler olduğu kesindi ama imkansızı vadetmediğini söylüyordu kitabın adı. Bir umut vardı isminde ve olumsuzluk ekinin getirdiği bir hüzün vardı. Bu şiirsel cazibeye dayanamayıp 22.01.2007'de kitaplığımda bulunması için satın almıştım.Gel zaman git zaman 3-4 defa elime alıp okuma gayreti gösterdimse de her defasında bırakmıştım.
Bu kez bitirebilmenin haklı gururuyla yazıyorum bu satırları. Bitirmeme vesile olan güzel insana da can-ı gönülden teşekkür ediyorum.

Kitabın eleştirel yorumlarını okuduğunuzda aklınızda bir soru işareti beliriyor, "Acaba zaman kaybı mı olacak?" diye. Çünkü kitap Joanne Greenberg'in en iyi yapıtları arasında gösterilse de eleştirmenlerin bir kısmı "roman" özelliklerini taşımadığını yani hakikaten kurgusal bir kitap olmadığını söylüyor. Mesela 1964'te Haskel Frankel demiş ki "Hannah Green yapıtına roman demeyi seçmişse de, Sana Gül Bahçesi Vadetmedim'i bir kurmaca ürünü olarak övmek güç. Yapıt bir roman olarak yetersiz; ancak kurmaca dışı bir yapıt olarak, büyük bir dürüstlükle anlatılan ve belleklerde yer eden bir akıl hastalığı öyküsü". Kitabı okuyup bitirdiğimde bu tür eleştirilere ciddi anlamda katıldığımı söyleyebilirim.

3-4 defa başlayıp bırakmamda kitabın dili ve anlattığı şeyler cazip gelmediğinden ve bir romanda bulunması gereken çekiciliği barındırmadığından belki de çok zorlanmıştım. Yeniden, bu kez bitirmek amaçlı başladığımda da, yine aynı sorunsalla karşılaştım. Kitap Greenberg'in öz yaşam öyküsünden uyarlandığı için ve işin içerisinde "akıl hastalığı" gibi genelde "normal" insanların görmezden geldiği bir konuyu ana tema seçtiği için son 100 sayfasına kadar kendimle cebelleştim. Bunda biraz da çevirmenin rolü var tabi, Nesrin Kasap'ın çeviride seçtiği kelimeler zaman zaman tuhaftı ve bu kelimelerin fazla tekrarı okuyanda "aynı cümleyi tekrardan mı okuyorum acaba?" gibi bir ikileme düşürüyordu.

İçerik olarak takip etmesi ve özümsemesi zor bir kitap, haliyle okuması da bir hayli zor. Bir sona sahip değil desek yeridir, çünkü akıl hastanesinde yaşananlar "iyileşme sürecinin" sürekli tekrarlarından ibaret. Zaten "iyileşme" de "normal" insanların asla kabul etmeyecekleri ve hep tereddüt edecekleri bir iyileşme. Kitabın altını çizdiği en önemli mesajlarda biri de buydu zaten: Normal ve anormal insanların birbirine bakışı.

Kitap şizofreni hastası Deborah Blau'nun çoğunluğu akıl hastanesinde geçen akli yolculuğunu anlatıyor. Kitabı okuyan ve yahut "Rain Man" gibi filmleri izleyenlerin ortak görüşü, dahilik ile delilik arasında çok ince bir çizginin olduğudur. Burada "delilik" daha çok "dahilik"e fonetik olarak uyması için bulunan bir kelime, akıl hastalığı da en az nezle olmak kadar herkes için olası bir hastalıktır. Tıpkı "Her özgür insan bir mahkum adayıdır" demek gibi. İnsan yaşamı boyunca kimseyi yadırgamamalı ve bir gün kendi başına da gelebileceğini düşünmelidir.

Kitabın en önemli özelliği hastaların gözünden hikayeyi anlatıyor olması. Bunda Greenberg'in tecrübelerinden yola çıkıyor olmasının büyük bir payı var. Kitap boyunca bir şizofreni hastasının gözünden olayları görüp zaman zaman "normal" insanlardan uzaklaşasınız geliyor. Diğer romanlarda görsel tasvirler ağırlıkta olurken (en azından benim okuduklarımda), bu kitapta fikirsel tasvirler çok daha ön planda, hatta bir çok yerde mekan ya da karakter tasvirlerinin üzerine çıkacak kadar çok, böylece olayların geçtiği yerleri ve kişileri hayal etmeyi zorlaştırıyor olması bir dezavantaj.

Neticede güzel bir gerçek yaşam uyarlaması ancak roman kurgusu ve anlatımından uzak. Tekrardan okuma isteği uyandıranlardan değil ama bir kez okunduktan sonra da akıllarda yer edecek kadar etkili, doğru ve düzgün bir kitap. Zamanı olanlar ve hemen pes etmeyenler için tavsiye edilebilir.

18 Mart 2013 Pazartesi

Sağanak




Adını andığımda sıcak akıyor bütün nehirler
Dünyayı dolduran sözü olduran o.
Ve ben ne desem şimdi, benden değiller
Hala soruyor musun bana, aşk ne demek:
O en "bir" ve "tam" olana yürümek.

Durup durup geçmesin içinden ağlamak
Dur, neden ağlıyorsun can'ım,
yetmez mi ikimize bir sağanak...

Birhan Keskin / Aşk

15 Mart 2013 Cuma

Ardarda



Eksik yazılmış bir şiir değiliz sevgili, anlamı kelimelerin köklerinde saklı cümleleriz sadece. Başkaca şiirlere de benzemeyiz, senin kıtalarında benim mısralarım, benim mısralarımda senin özlemin vardır hep.

Tek başlarına alelade bile olsa söylediğimiz sözcükler, ardarda dizildiler mi sana benzer, bana benzer, bize benzemeye meylettiler mi değme şiirin keyfine ve şairin ölümsüzlüğüne.

11 Mart 2013 Pazartesi

Aşk, en güzel bahanesidir şiirin / Kelebeğin Rüyası


Ben ölsem be anacığım 
Nem var ki sana kalacak 
Ceketimi kasap alacak, 
Pardösömü bakkal 
Borcuma mahsuben... 
Ya aşklarım 
Ya şiirlerim ne olacak 
Ya sen ele güne karşı 
Nasıl bakacaksın insan yüzüne 
Hulasa anacığım 
Ne ambarda darım 
Ne evde karım var. 
Çıplak doğurdun beni 
Çıplak gideceğim

Rüştü Onur / Nostalji



Bugün günlerden "Kelebeğin Rüyası" idi. Adını ilk duyduğumdan, fragmanını ilk izlediğimden beridir içimde uzun zamandır görmezden geldiğim şiir aşkı baş gösterdi ve altında Yılmaz Erdoğan'ın imzasını taşıdığından zaten güzel olacağından emin olarak gittim filme, şiire doymak ve bir şairin gözünden iki meslektaşının kısacık hayat hikayesini izlemek için. İstanbul Gezginleri vasıtasıyla tanıyıp sevdiğim güzel insanlar ile filmin tadını çıkarmak da cabası oldu.

"Aşk, en güzel bahanesidir şiirin"

Yılmaz Erdoğan, Rüştü Onur & Muzaffer Tayyip Uslu'nun yaşamlarından son kesiti izleyici ile buluşturdu. Şiiri yaşamlarının merkezine koyan ve maalesef verem illeti yüzünden genç yaşta hayata veda eden iki şairin aşkı bahane ettikleri bir şiiri izledim resmen. Yılmaz Erdoğan'ın dersine çok iyi çalıştığını söyleyebilirim. Nuri Bilge Ceylan ile çalıştığı "Bir zamanlar Anadolu'da" filminden yaptığı çıkarımlar bu filme çok iyi yansıtılmıştı. Her bir karesi adeta kartpostal tadındaydı, hani sinemada filmi sahne sahne durdursalar oturup onlarca dakika sessizce o anı izleyebilirdim. Işık kullanımı, çekim açıları, dönemin beyaz perdeye yansıtılış şekli, filmi Türk sineması standartlarının bir hayli üstüne çıkarmış. Kaliteli senaryo yazma konusunda zaten sayılı insanlar arasında yer alan Yılmaz Erdoğan'a tek eleştirim madende geçen sahnelerin uzunluğu konusunda olur. İzleyiciyi filmin ana konusundan az biraz kopardı, öncesi ve sonrası sahneler ile doğrudan ilintili olmadığı için daha kısa tutulabilirdi. Ancak Suzan karakterinin madene girişi ve çıkışı arasındaki yüz ifadesi farkı mutlak görülmeye değerdi.

Açık söylemek gerekirse oyunculuklar konusunda Mert Fırat haricinde pek umutlu değildim, ancak fena halde yanıldım ve yanılmaktan son derece mutlu oldum. Mert Fırat'ın mükemmel bir yardımcı erkek oyuncu potansiyeli var ve yavaş yavaş kendini göstermeye başladı. Tek başına bir filmi alıp götüremeyebilir belki ama en az eşdeğer bir rol arkadaşı ile mükemmel işler çıkarabilir. Keza bu filme çok büyük katkısı olan eskinin mankeni günümüzün oyuncusu Kıvanç Tatlıtuğ ile iyi bir ikili olduklarını söyleyebilirim. Sahne arkasında iyi anlaşan bir ekibin sahne önünde ortaya koyacakları eser mutlaka iyi olacaktır.
Türk sinemasının en büyük problemlerinden biri olan yan karakterler ve figüranların kalitesizliği/isteksizliği/beceriksizliği çok şükür ki bu filmde yoktu. Bu problemi her zaman yönetmenin sete hakim olamamasına bağlamışımdır. Yılmaz Erdoğan gibi detaylara önem veren ve BKM mutfakta gördüğümüz kadarı ile iyi bir öğretmen ve yol gösterici için o kadar da zor olmamıştır diye tahmin ediyorum.

Erdoğan bir anlamda şiire olan vefa borcunu bir saygı duruşu babındaki filmi ile az biraz ödemiş oldu. Kendisini saygıyla selamlıyorum.

Filme emeği geçen herkese bu güzel filmi hediye ettikleri için teşekkür etmek, sadık bir Türk filmi izleyicisi olarak boynumun borcudur.


Diyecekler ki arkamdan
Ben öldükten sonra
O, yalnız şiir yazardı
Ve yağmurlu gecelerde
Elleri cebinde gezerdi
Yazık diyecek
Hatıra defterimi okuyan
Ne talihsiz adammış
İmanı gevremiş parasızlıktan 

Muzaffer Tayyip Uslu / Öldükten sonra

Beni bilen bilir, şiire gönül vereli, kalem kağıt alıp karalamaya başlayalı çok zaman geçti. İlk başlarda her şiir yazan gibi kendini şair zannedenlerdendim, sonraları yazdıkça ve daha çok yazdıkça ve çok yazmanın şair olmaya yetmediğini anladıkça, şairliğin ne denli zor bir uğraş olduğunu gördüm. Hayal etmek, kurgulamak, kelimelerle oynamak zor işti, bir cümlede birden fazla anlam yaratmak gerekiyordu çoğu zaman. Bir cümle içinde yaşanmışlığı anlatabilmek ve okuyanda benzer hisleri uyandırmak her babayiğidin harcı değildi. Sonra daha az yazmaya başladım, daha çok şey görmek ve şiiri besleyebilmek için, tekrara düşüp şairin kendi şiirine ihanet etmemesi için.
Bir şair adayı olarak ayrı bir gözle izledim bu filmi. Belki diğer izleyenler için anlamsız gelen sahneler olabilir, ama benim için her bir sahnesi değerli idi. Haftalarca bir satır şiiri tamamlamaya uğraşmak, cebinde kağıt kalem gezdirip aklının derinlerinden kalemin ucuna bir kaç kelime vurur diye beklemek alışageldiğim şeylerdi.  Ve Yılmaz Erdoğan, şiir yazma sürecinde yaşadığı tecrübeleri başarıyla yansıtmıştı filme.

Sen sesini alıp gidince ben burda dilsiz kaldım 
Ya sen bana fazla geldin 
Ya ben sana az kaldım 

Yılmaz Erdoğan / Sevmekten Gidince


Ve bildiğim bir şey vardı filme girmeden önce; şiir kendine bahane arardı. Şiir yazılmak ister, bir şimşek gibi çakar tek bir kelime, ardı yoktur, öncesi yoktur, o an yalnızdır, tek başına, başka bir kelime bekler yanında. Şairin görevi o kelimeye bir eş bulmaktır, tamamlamak, tamam edemezse bilir ki o bir tek kelime kıymık gibi batacaktır aklına ve uykusunda bile rahat yüzü görmeyecektir.
Ve aşk, en güzel bahanesidir şiirin, aklın en tatlı kıymığı. Şiir yazılmak ister, sevilenin şanı onu anlatabildiğin kadar. Mediha, Rüştü'ye diyor ya "kötü şeyleri ne kadar da güzel söylüyorsun" diye, şiir hüznü baştan yaratır, içerisinde yeter ki sevilen olsun, allar pullar, hüznü hiç görmediğiniz kadar iyi, hiç tatmadığınız kadar tatlı, hiç düşünmediğiniz kadar güzel geri satar size, şaşarsınız.

Ne kalır geriye kayıp giden bir yıldızdan?
Toz ve duman...
Anladım daha fazla olmayacak
Senden geriye kalan

F.Ç. / Kalan