Kendimi bildim bileli derler ya, işte ta o zamanlardan beridir ne zaman Münir Özkul ve Adile Naşit'in filmini izlesem bir sıcaklık kaplar yüreğimi. Hep annem ve babamdan sayarım onları, çünkü çok fazla benzeşirler bizimkilerle. Adile teyze'nin boyu annem gibi kısadır, sevimli bir göbeği vardır, ne zaman duygulansa gözyaşları hemen dökülmeye başlar, hıçkırırken omuzlarından başlar sallanmaya, Münir amca zayıf, yanakları hafif içe çökük, mağrur, Adile teyzeye babamın anneme baktığı gibi bakar.
İkisinin canlandırdığı karakterlerin arasındaki şey, aşkın çok çok ötesidir herhalde. Bir Romeo + Juliet romanındaki şairane, kafiyeli sevdadan, büyük, altından kalkılamayacak sözler söylenenlerden değildir. Senin için ölürüm demezler mesela, bir kafiyeye ihtiyaç duymazlar, yeri gelir susarlar, asıl maksatları beraberce yaşlanmaktır. Turşu suyu için kavga ederler ama sevgileri nihayetinde öfkelerinden üstündür.
Onlar ne zaman kavga etseler, bizimkilerin kavgaları gelir aklıma, konu en az turşu suyu kadar anlamsızdır çünkü :/ Ve sevgileri yıllanmış olsa da gözlerinden okunur, ne kadar göstermemeye uğraşsalar da.
Öyle görmüşler, ayıp bilmişler "seni seviyorum"u ulu orta söylemeyi. Babam babasının yanında ablamı kucağına alıp sevemezmiş ayıp olur diye, kaldıki sevdiceğe "seni seviyorum" diyecek peh. Hiç söylemeden sevmişler birbirlerini. Adile & Münir'in canlandırdığı karakterler de hiç söylemezler "seni seviyorum" diye ama söyledikleri her sözde ışır sevgileri.
Onlara baktığımda görüyorumki; sevgi, sabırla olgunlaşıyor, sabır, sevgiyi büyütüyor.
Feminist/Taş fırın erkeği olmak, modern hayat söylemleri, asıl meseleyi var gücüyle yok etmeye çalışıyor, aslolan karşılıklı anlayış. Yeri geldiğinde kadın, yeri geldiğinde koca esip gürleyecek, öbürü susacak, yeri geldiğinde de diğeri. Haklı ya da haksız olmak bir tarafı üstün kılmıyor çünkü.
Yıllar geçmiş, 30 yılı aşkındır evliler ama hala ne annem ne de babam birbirlerinin ismini söyleyemezler. İsimsiz ve kelimesiz de anlatılabiliyormuş sevgi. Nice senelere canım ailem.
24 Kasım 2012 Cumartesi
6 Kasım 2012 Salı
Gökyüzünü örteriz yorgan diye üzerimize
Yaya aştım dokuz dağı, seni bulmaya
Suyla doldurdum testimi, damla damla
Ayla dertleştim geceleri, hayal kurarak
Maniler söylerim, şafakla gelen güne.
Gelino, ağır ağır gel benimle,
Gelino, yüksektir kapının eşiği,
Gelino, kaynanan anandır ana gibi,
Gelino, kaynatan babandır baba gibi.
Toprak döşek olur uykumuza,
Gökyüzünü örteriz yorgan diye üzerimize,
Rüzgar sessiz sessiz söyler şarkıyı, ninniyi,
Yıldız mum olur, yanar şükretmeye.
- Gelino -
- Gelino -
Başımı ellerimin arasına alıp tünediğim kuytum
Ne kadar varlığına yemin etsem, o kadar yoksun
Sanki dilimde türemiş, tükenmiş eski bir dildesin
Dillendiremem adını, korkarım, unutulursun
- fatih çelik / 06.11.2012 -
1 Kasım 2012 Perşembe
Tango to Evora'nın kendisi oluvermişti aşk
Ne zaman Tango to Evora'nın müziğini duysam askerdeyken çıktığım çarşı iznim gelir aklıma. Askerlik garip bir şeydir, hayatında hiç tanımadığın insanlarla neredeyse 24 saatini beraber geçirirsin, ilk başlarda gardını korurken ve kimseye ser verip sır vermezken bir yerde yelkenleri indirirsin. Yeter ki azıcık güven duyacağın birisiyle tanış, sonrasında derin mevzularda dertleşirken bulursun kendini. Çok şeyler paylaşıldığı için erkeğin liseden sonra unutamadığı ve etkisinden kolay kolay kurtulamadığı bir mazi yığını haline gelir askerlik anıları.
Girne'de kesme taş döşeli ara sokakta ilerliyorduk üç kafadar, sol tarafımızda eskiden kilise olan Osmanlı'nın fethi ile camiye çevrilmiş eski ama oldukça heybetli bir kilise, sağımızda hediyelik eşya satan dükkanlar vardı. Ağır adımlarla ilerliyorduk, az ilerimizden hafiften gitar sesi gelmeye başlamıştı. Her adımda biraz daha artıyordu kulağımızı okşayan müziğin enfes sesi. Sonra keman eşlik etti, sancıyan bir yeri var gibiydi, dinleyen kulakları da hüzne boğuyordu, sonra bir kadın sesi eşlik etti şarkıya. Kadife gibi sesi var derler ya, değil, İpekten daha yumuşak, dokunmaya korkarsın, ama ipek gibi de kırılgan değil, naif ve zarif. Tek bir anlamlı kelime yoktu şarkının içerisinde ama baştan sona anlam yüklü gibi ağırdı oysa. O sokak, o müzik, o kesme taşlar hayatımın o an için en önemli hadisesiydi. Şarkı çok mu uzun gelmişti ben mi çok derinlere dalmıştım bilmiyorum. Varlığın bitip yokluğun başladığı yerde yeşerirmiş hayaller, o anda hayal kurmaktı var olmak. Aşkın kendisini düşünüyordum herhalde, etten kemikten sıyrılalı ne kadar olmuştu? Kimselere yakıştıramıyordum uzun süredir, korkumdan yaklaşamıyordum ben de, hiç kimseye ait olmayan şiirlerin ve sigaranın yaveriydi çoktandır, ipekten yumuşak ama ipek gibi kırılgan değil, naif ve zarifti aşk.
O an Tango to Evora'nın kendisi oluvermişti aşk, o sesi duyduktan sonra tek olmak istediğim yerdeydim çünkü.
Üç kafadar olabildiğimiz kadar yavaşlamıştık. Şarkının bitmesine yakın durup sessizce dinledik bir müddet, Hangi dükkandan geldiğini anlamaya çalıştık ama bulamadık. Her güzel şey gibi bitti, son notayla beraber herkes daldığı uzaklardan uyanıverdi, hayallerin katili sözlere sıra gelmişti.
Üç kafadar çok sırrımızı paylaşmıştık, hayalkırıklıklarımızdan, hayallerimizden, yaptıklarımızdan, yapacaklarımızdan konuşmuştuk her fırsatta, yapacak iş olmayınca çeneye vuruyor bir yerde :)
Tango to Evora o hatıraları anımsatan hoş bir sedadır benim için.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)