Burada beklerim seni, beni emanet ettiğin yerde
Hiç kıpırdamam bilirsin, nasıl bıraktıysan
öyle bulursun beni, bulur musun ya geri kalan her şeyi?
Zamanın kayışları gerilirken insan bir başına
eskimiyor, güzele dair ne varsa beraberinde
nehre atılmış çakıl taşları gibi
öğütüyor, öğütüyor...
Bıraktığın yerde bulursun beni
Eskimiş, öğütülmüş ve yepyeni
30 Temmuz 2014 Çarşamba
16 Haziran 2014 Pazartesi
The Secret Life of Walter Mitty / Küçük Parçaların Birleşmesi
The Secret Life of Walter Mitty, Ben Stiller'ın ilk yönetmenlik deneyimi değil, ancak en çok sevdiğim filmlerinden biri oldu. Konu çok çok basit ancak anlatımdaki ahenk müthiş. Konuyu anlatmayacağım ama izlemenizi tavsiye ederim.
Bir oluşumun bir çok alt parçası vardır. Bu örnekte neticede bir film var ancak filmi izlenebilir kılan oyuncular, yönetmenler, görsel öğeler, müzik, sahneler, tasarım ve bunları tek bir hareketmiş gibi algılatan montaj safhası. Filmin çok sağlam bir senaryo üzerine kurulmadığından etkileyiciliği az olacaktır, ancak bir filmi eleştirirken asla tek bir konuya bağlı kalmadan eleştirmeniz gerekir. Yoksa bakış açınız eksiktir ve yanlış yorumlarsınız. Bu filmi muhakkak grafikerler, yazılımcılar ve analistler izlemeli diye düşünüyorum, alakasız gibi görünse de bir takım olmanın neticesini idrak için faydalı olacaktır. Neticede iyi bir film ortaya çıkmış.
Müziklerini çok beğendim, doğa manzarları güzeldi ancak grafik tasarımını daha çok beğendim, senaryonun eksikliğine rağmen akıcılığı ve arada boşluk hissettirmemesi başarılıydı, Sean Penn'in kısacık görünüp büyük bir ağırlık hissettirmesi senaryonun başarılı olduğuna işaret ediyor bence.
Yazılıma referans verdim ya, ahenkten bahsettim, neden?
Yazılım dediğimiz şey ürünler üretmektir, film üretmek gibi ve bir kişinin başarısı asla yeterli değildir. Koltuğumu sallayan bir arkadaş "Coming together is a beginning; keeping together is progress; working together is success." demiş, ne kadar doğru ve yerinde bir tespit. Güzel neticeler, güzel insanların bir araya gelmesiyle mümkün olabilir, ancak güzellik kişiliklerde olduğu kadar işini doğru şekilde yapmakla da çokça alakalıdır. Grafik, Analiz, Yazılım ve Yönetim ahenk içinde olmadığı, aynı ritmi tutturamadığı müddetçe güzel netice vermez, çünkü aynı heyecanı taşıyan kimseler beraber mutlu olurlar ve aynı hüznü paylaşan kimseler bir takım olabilirler. Eğer ki parçalardan biri işini eksik yaparsa eksik parça sırıtır ve ürün yetersiz görülür.
Senaryosu hatalı, görsel yanlışları olan, oyunculukları amatör, müziği alakasız, yönetimi kötü bir filmi kim izlemek ister?
Son söz olarak; bu filmi fırsat bulduğunuzda izleyin efendim.
14 Haziran 2014 Cumartesi
Bölüm 1 - Yazılım Uzmanlığı ve Uzmanları
Yazılımın gücü gün geçtikçe her alanda kendini gösteriyor. Artık ne sağlık alanında ne de askeri sahada yeterli donanım ve gerekli yazılım olmadan sistem kuramaz, hayatları kurtaramazsınız. Bu sadece bir örnekti, her alanda yazılım olmazsa olmazlardan bir gereksinim haline geldi. Peki ama böyle bir sektörü ayakta tutmaya çalışanlar kimler? Kimler yazıyorlar bu uygulamaları? Bir uygulamayı kodlayınca her şey bitiyor mu?
Uzun zamandır "İnsan Kaynakları" adına işe alımları sağlıyorum. Toplamda 350 - 400 kişiyle görüştüğümü var sayarsak azımsanmayacak bir tecrübe edinmişimdir herhalde. Bunun üzerine de ~25 kişilik bir ekibi yönettiğimi düşürsek "İstihdam" ve "Personel Yönetimi" adına bir şeyler söyleyebilirim artık.
Yazılım üretiminin Türkiye içerisinde ciddiye alınmadığı aşikar. Yazılımı sadece kod üretimi olarak gören bir zihniyetin neticesinde ortaya çıkan ölü projeler, yeniden sıfırdan yazılan, performanssız, profesyonellikten uzak projeler bunun kanıtıdır. Bunların nedenini iki ana başlıkta toparlayabilirim:
1. Personel Problemleri
Bu başlığın alt başlıkları diğer sektörlere de uygulanabilir ancak detayları yazılım sektöründeki tecrübelerime dayanmaktadır. Bir personelin işten ayrılma nedenleri Türkiye sınırları dahilinde (Memleketin havasından mı suyundan mı bilmem) yaptığımız her şey gibi trajikomiktir. Bana ne zaman birisi işten ayrılıyorum diye gelse mazeretlerini dinlediğimde kahkaha atmak ile oturup ağlamak arasında gitgeller yaşarım.
Nazarımda en iyi yazılımcı "Proje Üretebilen"dir, sadece çok iyi kod yazan, çok iyi fonksiyon yazıp çağıran (Back-end), sadece çok iyi arayüz (Front-end) geliştiren kişi değildir, bunlar projenin gereksinimlerine göre zaten yapılması gerekenlerdir. Bir yazılımcı bu alanlardan birinde uzman olabilir ve hızlı ilerleyebilir ancak proje gereksinimi dahilinde başka şeyler de yapabilecek kapasitede olmalıdır, daha az bildiği bir mecrada daha yavaş olacaktır elbette ancak zamanla eksik kaldığı konularda da hız kazanacaktır.
Dünyayı sarsan kişiler bu tip insanlardan çıkar. Bir Start-Up şirketini düşünürseniz her kişi bir çok rolü oynamak zorundadır ve gün gelip de şirket büyüdüğünde bir çok konuda bilgi sahibi, zor kandırılan, işine hakim Yöneticiler olur bu insanlar. İyi bir yazılımcı mutlaka iyi bir yönetici adayı olacaktır. Çünkü problem çözücü olur bu insanlar ve problem çözmek mühendislik bakış açısına sahip olmayı gerektirir. Mühendislik okumak ile mühendis olunmadığı aşikar, ihtiyaçlara doğru, dayanıklı, sürekli ve güvenilir şekilde cevap vermek zor iştir ve amiyane tabir ile sahnenin tozunu yutmayı gerektirir.
İşten ayrılma nedenlerine ve yazılımcıların genelde içerisinde bulunduğu yanlış hissiyata bir kaç örnek vermek isterim:
* Aynı işi yapan ikinci bir fonksiyonu yazan arkadaşa var olanı kullan dediğimizde "Beni kısıtlıyorsunuz" demiş ve ayrılmıştı. "Çok yazık" demiştim ilk duyduğumda, memleketin güzide okullarından mezun olan genç bilgisayarcılarda "Yeniden kullanılabilirlik", "Fonksiyonel Programlama" mantığı dahi oturmamış. Hiç bir bahanenin ardına saklanamayacak kadar sığ bir bakış açısı.
* Front-end / Back-end tercihi ile ayrılan arkadaşlarımız oldu. Sektöre "Yazılımcı" adı ile salınan "Front-end Developer" tabirinin bir neticesi olarak değişen bir algı maalesef. Front-end (Arayüz) Development bir meslek olsa da projenin yazılım ayağının bir parçasıdır ve bu mesleği icra edenlere Web Developer denmez. Sadece Back-end'den anlayan bir Web Developer ancak ve ancak kulağı bilmeden Örs, Üzengi ve Çekiç hakkında yorum yapan ve kendi adına "Uzman" diyen bir doktora benzer. Bir sorunu çözmek için en az iki kişiye ihtiyaç duyan insan kalabalığından ibaret firmalar çıkar ortaya. Daha kötüsü kendi başına proje çıkaramayan insanlar türer.
* Bir de ArGe mevzusundan dolayı dert yananlar var. Elbette her firmanın bir ArGe stratejisi olmalıdır ancak unutulmamalıdır ki dünya üzerindeki hiç bir firmanın her personeli ArGe'ye yönlendirecek, "Hadi hep birlikte ArGe yapalım" diyebilecek bütçesi yoktur. Firmalarda plan ve bütçe dahilinde ArGe yapılır. Memleketimizde ArGe, "Eğitim" ile karıştırılır daha çok. Yeni bir şeyler üretemiyorsak, var olanı öğrenmeye çalışıyorsak bunun adı "Eğitim"dir. Bu konuda firmalar eğitimler düzenleyebilir ancak her konuda eğitim de mümkün değildir. Bu noktada eksiğini gören kişinin de kendi çabası gerekir, kendi zamanından feragat ederek eksiğini gidermesi gerekir.
* C# ile kod yazmış ve adına uzman yazılımcı diyen kişilerin VBNet görünce 011000100110111101101011 görmüş gibi tepki vermesi de takdire şayandır. Hayattaki tek uzmanlığı C# olan programcı, ağız seçen dişçiye benzer. Kendinde mühendislik görenin yazılım dili bağımlılığı olamaz.
1.1 Kalite Anlayışına Sahip Olamamak
Bir çok iş verenin ve yazılımcının eksik kaldığı nokta sanırım budur. İşverenler için kısa vadede karlılığı artırmanın en kolay yolu kaliteden ödün vermektir, ancak uzun vadede ölümcül bir hatadır. Para tatlı geldiğinden çoğunluk kısa vadeyi seçer, hal böyle olunca bu firmalarda görev almış yazılımcılara da kaliteyi ve kötünün neden kötü olduğunu anlatmak çok zorlaşır, çünkü kötü şeylere kolay alışılır.
Alışkanlık dediğimiz şey eğer iyiyi barındırıyorsa mükemmeliyetçiliğe götürür, kötüyü barındırıyorsa da felakete. Maalesef sektörümüzde de kötü alışkanlıklar bir hayli fazla. Yazılımcılık hayatımın ciddi bir kısmında iyi yazılmayan projelerin iyileştirilmesiyle uğraştım, Böbrek-Oriented Programming ile Türk Yazılım Sektörünün ne hale getirildiğini bilfiil gördüm.
Kötü ürün üretmek her sektörde müşteri ve itibar kaybı iken yazılım sektöründe olağan karşılanıyor ve normalleştiriliyor, belki de sektörel olarak en büyük tehlike de budur. Bu habitat içerisinde yetişen yazılımcılar da doğruyu sorgulamadan, yanlışı doğru kabul ediyor ve içi boş uzmanlar olarak hayatlarına devam ediyorlar.
Bir firma ancak çalışanları kadar değerlidir ve çalışanların ürettiği kaliteli ürünler o firmayı diğerlerinden ayrı kılar. Kaliteyi sıralamada aşağıda tutan bir firma kendi ölüm fermanını imzalar ve buna neden olan elemanlar da bir gün işsiz kalmaya mahkumdur.
Bir şeye vakit ayırıyorsanız en iyisini yapmak zorundasınız. Çünkü zaman, insan hayatında geri kazanılamayan tek şeydir ve her zaman söylediğim gibi sadece kişinin kendi zamanı değildir kaybolan, aynı zamanda "Milli Servet"tir. Zamanı iyi değerlendiremeyen, değer üretemeyen insanların yaşadığı memleketlerin sokaklarında mutsuz insanlar gezer.
1.2 Müşteri Bakış Açısına Sahip Olamamak
Yazılımcıların genelde yaptığı bir yanlış vardır: Müşterinin ihtiyaçlarını anlamadan, ürettiği şeye müşteri gözüyle bakmadan geliştirme yapmasıdır. IF'ler ve ELSE'lerden öte, ihtiyacı karşılamaya yönelik iş yaptıklarının bilincinde olmamaları da tekrar tekrar yazmaya, zaman kaybetmeye neden olur. Müşteri isterini karşılamayan yazılımların kullanımının ne kadar zor olduğunu az çok herkes tecrübe etmiştir. Tabi burada müşterinin eksikleri muhakkak olacaktır, eksik aktaracak ve yahut anlık ihtiyaçlarına göre ve bütçesine göre hareket edecektir. Ancak yazılım yapmak demek danışmanlık anlamına da gelir ve müşteriyi yönlendirici, bilgilendirici olmalıdır.
1.3 Zamanı Yönetememek
Çoğu insan kendi zamanını yönetmekten acizdir. Hep az gelir 24 saat. Hep daha fazlasına sahipmişiz gibi planlar yaparız. İşte bu yüzden proje bitiş tarihlerinde (Deadline) sabahlamak zorunda kalırız, çünkü o zamana kadar hep "daha vaktimiz var"dır. Bu yüzden projeler ötelenir ve bütçeler aşılır. Zamanı yönetmek en zorudur ama en yapılması gerekendir. Ciddi bir disiplin gerektirir çünkü. Bir şeye ayırman gereken vakti ayırman gerektiği vakitte ayırman gerekir, yoksa ötelenir, sarkar, başka şeyleri sarkıtır. Domino etkisi denir buna ve bütün planları alt üst eder, tekrar tekrar yönetim zamanı ayırıp bütün süreci tekrar tekrar revize etmek gerekir. Bir kişinin yaptığı hata diğer herkesi çok net ve tartışılamayacak şekilde etkiler. En öncelikli olarak ne kadar zamana ihtiyaç olduğunu, ne kadar kaldığını, kalan zamanın riskini rutin aralıklarla şahsi olarak ve proje genelinde ölçmek gerekir. Çünkü "Sen uyursan herkes ölür!".
1.4 Erken Olgunlaşmak
Y nesli kuşağında en çok rastladığım problem bu. Bir tekkeye giden talebe 2 yılda ne kadar derviş olursa, nazarımda yazılımcı da bu sürede o kadar uzman olur. Zamane nesil (Yazar burada yaşlanmış olduğunu anlatmaya çalışıyor) henüz kapıdan girerken dervişe yanlış yolda olduğunu anlatmaya çalışıyor artık.
Oysa ki tecrübe proje üretimindeki kilit noktadır ve kolay kazanılamaz. Zaman ister, emek ister, hatalarından öğrenmek ister, göz yaşı ister, olgunlaşmak ister, müşteriden fırça yemek ister...
Steve Jobs: Stay hungry, stay foolish
Hayatta edindiğim felsefelerden en önemlilerinden birisi "Biliyorum diyenden korkacaksın". Çünkü bilmek görecelidir, buna dair çok güzel bir atasözümüz vardır "el yumruğu yemeyen kendi yumruğunu değirmen taşı sanır". Kendi gelişimine bakıp "ben oldum" denmez, her karşılaştırma bir referans noktası ister. Olduğunu zannediyorsa birisi, muhakkak referans aldığı kişi olmamıştır, eksiktir, referans noktası değiştirilmelidir.
Kişi asla bilmek ile tatmin olmamalıdır, hele ki yazılım gibi dinamik ve değişken bir sektörde. Her zaman aç, her zaman yetersiz görmelidir kendini. İnsanın kendine yapacağı en iyi yatırım budur.
1.6 Eğitim Yetersizliği
(Yine) Maalesef eğitim sistemimizin ürettiği nesillerde "hazırcılık", "biri bana anlatsın" mantığı çok yaygın. Araştırmak yerine birinin anlatmasını beklemek, şirket değiştirmek ve sonrasında merak ettiği şeyler konusunda hayal kırıklığına uğramak da sektörel açıdan tatminsiz elemanlar olmasına yol açıyor, öz geçmişlere baktığınızda kısa aralıklarla çok iş değiştirenleri görürsünüz. Genelde mazeretler çalışılan yerin yetersiz olduğuna dairdir, alt alta toplasanız toplam tecrübeleri 2-3 yılı geçmez, hep merak etmişimdir acaba neyi biliyorlardı da neyi yetersiz buldular, tam bir muamma. Daha doğrusu şımarıklık. Şahsen bu fikirde olan arkadaşları mecbur kalmadığım müddetçe görüşmeye dahi çağırmıyorum, çünkü güvenemiyorum, çünkü güvenin temelinde sadakat yatıyor, her yıl iş değiştiren bir kişiye iş veren olarak nasıl güvenebilirsiniz ki?
Bizim çocukluğumuzda öğretmenler haklıydı ve biz dayak yediğimizde kesin bir haltlar karıştırmışızdır diye bakılırdı. Şimdi sınıflarda kalma yok, okula 1 gün dahi gitse öğrenci geçiyor, liselerde çarpım tablosunu bilmeyenler var, 20 yıl Türkçe eğitim alıp da Türkçe'yi kullanmasını bilmeyenler var, hazır cevap olup da bir türlü soracak soru bulamayanlar var, ne zaman bir şey istese o anda sahip olanlar var. Yani zorlanma yok, her şey bir tık kadar kolay. Elbette istisnalar her zaman vardır, okuduğu okul, aile yapısı gibi parametrelerle farklı olanlar vardır ancak genele vurduğunuzda durum hakikaten vahim. Kolaycılığa alışmış nesiller yetiştirmemeliyiz, bir şeylere sahip olmak için çalışmak gerektiğini bilmesi gereken nesiller yetiştirmeliyiz. Sayısız üniversite açıp, içini boş derslerle ve boş kafalarla doldurmamalıyız. Öğretmenler yetkin olmalı ve sadece müfredat anlatılmamalı, sorumluluk bilinci, iyi/kötü gösterilmeli. Sadece öğrencilere yüklenmek kolaycılık olur, buna neden olan sistemleri değiştirmemiz gerekir. Bu noktada aileler de, devlet de, öğretmenler de kendini gözden geçirmeli ve nasıl nesiller yetiştirdiğini görmelidir.
Ben daha okula bile başlamamışken babam elimden tutar sanayi bölgesine götürür çalışan çocukları gösterirdi. "Okumazsan böyle olursun". Yağ, kir, pas. Kötü gelirdi gözüme. Ancak şimdi bu işleri yapabilecek beceriye sahip ara elemanları dahi eğitim sistemimizle kazanamıyoruz. Artık herkes üniversite mezunu oluyor ve kendilerine yakıştıramıyorlar bir çok şeyi. İlk iş görüşmelerinde yetişmiş eleman maaşı istiyorlar ve alamıyorlar, sonra da gelsin KPSS, "Devlete sırtı daya".
Suç kimin?
Uzun zamandır "İnsan Kaynakları" adına işe alımları sağlıyorum. Toplamda 350 - 400 kişiyle görüştüğümü var sayarsak azımsanmayacak bir tecrübe edinmişimdir herhalde. Bunun üzerine de ~25 kişilik bir ekibi yönettiğimi düşürsek "İstihdam" ve "Personel Yönetimi" adına bir şeyler söyleyebilirim artık.
Yazılım üretiminin Türkiye içerisinde ciddiye alınmadığı aşikar. Yazılımı sadece kod üretimi olarak gören bir zihniyetin neticesinde ortaya çıkan ölü projeler, yeniden sıfırdan yazılan, performanssız, profesyonellikten uzak projeler bunun kanıtıdır. Bunların nedenini iki ana başlıkta toparlayabilirim:
1. Personel Problemleri
Bu başlığın alt başlıkları diğer sektörlere de uygulanabilir ancak detayları yazılım sektöründeki tecrübelerime dayanmaktadır. Bir personelin işten ayrılma nedenleri Türkiye sınırları dahilinde (Memleketin havasından mı suyundan mı bilmem) yaptığımız her şey gibi trajikomiktir. Bana ne zaman birisi işten ayrılıyorum diye gelse mazeretlerini dinlediğimde kahkaha atmak ile oturup ağlamak arasında gitgeller yaşarım.
Nazarımda en iyi yazılımcı "Proje Üretebilen"dir, sadece çok iyi kod yazan, çok iyi fonksiyon yazıp çağıran (Back-end), sadece çok iyi arayüz (Front-end) geliştiren kişi değildir, bunlar projenin gereksinimlerine göre zaten yapılması gerekenlerdir. Bir yazılımcı bu alanlardan birinde uzman olabilir ve hızlı ilerleyebilir ancak proje gereksinimi dahilinde başka şeyler de yapabilecek kapasitede olmalıdır, daha az bildiği bir mecrada daha yavaş olacaktır elbette ancak zamanla eksik kaldığı konularda da hız kazanacaktır.
Dünyayı sarsan kişiler bu tip insanlardan çıkar. Bir Start-Up şirketini düşünürseniz her kişi bir çok rolü oynamak zorundadır ve gün gelip de şirket büyüdüğünde bir çok konuda bilgi sahibi, zor kandırılan, işine hakim Yöneticiler olur bu insanlar. İyi bir yazılımcı mutlaka iyi bir yönetici adayı olacaktır. Çünkü problem çözücü olur bu insanlar ve problem çözmek mühendislik bakış açısına sahip olmayı gerektirir. Mühendislik okumak ile mühendis olunmadığı aşikar, ihtiyaçlara doğru, dayanıklı, sürekli ve güvenilir şekilde cevap vermek zor iştir ve amiyane tabir ile sahnenin tozunu yutmayı gerektirir.
İşten ayrılma nedenlerine ve yazılımcıların genelde içerisinde bulunduğu yanlış hissiyata bir kaç örnek vermek isterim:
* Aynı işi yapan ikinci bir fonksiyonu yazan arkadaşa var olanı kullan dediğimizde "Beni kısıtlıyorsunuz" demiş ve ayrılmıştı. "Çok yazık" demiştim ilk duyduğumda, memleketin güzide okullarından mezun olan genç bilgisayarcılarda "Yeniden kullanılabilirlik", "Fonksiyonel Programlama" mantığı dahi oturmamış. Hiç bir bahanenin ardına saklanamayacak kadar sığ bir bakış açısı.
* Front-end / Back-end tercihi ile ayrılan arkadaşlarımız oldu. Sektöre "Yazılımcı" adı ile salınan "Front-end Developer" tabirinin bir neticesi olarak değişen bir algı maalesef. Front-end (Arayüz) Development bir meslek olsa da projenin yazılım ayağının bir parçasıdır ve bu mesleği icra edenlere Web Developer denmez. Sadece Back-end'den anlayan bir Web Developer ancak ve ancak kulağı bilmeden Örs, Üzengi ve Çekiç hakkında yorum yapan ve kendi adına "Uzman" diyen bir doktora benzer. Bir sorunu çözmek için en az iki kişiye ihtiyaç duyan insan kalabalığından ibaret firmalar çıkar ortaya. Daha kötüsü kendi başına proje çıkaramayan insanlar türer.
* Bir de ArGe mevzusundan dolayı dert yananlar var. Elbette her firmanın bir ArGe stratejisi olmalıdır ancak unutulmamalıdır ki dünya üzerindeki hiç bir firmanın her personeli ArGe'ye yönlendirecek, "Hadi hep birlikte ArGe yapalım" diyebilecek bütçesi yoktur. Firmalarda plan ve bütçe dahilinde ArGe yapılır. Memleketimizde ArGe, "Eğitim" ile karıştırılır daha çok. Yeni bir şeyler üretemiyorsak, var olanı öğrenmeye çalışıyorsak bunun adı "Eğitim"dir. Bu konuda firmalar eğitimler düzenleyebilir ancak her konuda eğitim de mümkün değildir. Bu noktada eksiğini gören kişinin de kendi çabası gerekir, kendi zamanından feragat ederek eksiğini gidermesi gerekir.
* C# ile kod yazmış ve adına uzman yazılımcı diyen kişilerin VBNet görünce 011000100110111101101011 görmüş gibi tepki vermesi de takdire şayandır. Hayattaki tek uzmanlığı C# olan programcı, ağız seçen dişçiye benzer. Kendinde mühendislik görenin yazılım dili bağımlılığı olamaz.
1.1 Kalite Anlayışına Sahip Olamamak
Bir çok iş verenin ve yazılımcının eksik kaldığı nokta sanırım budur. İşverenler için kısa vadede karlılığı artırmanın en kolay yolu kaliteden ödün vermektir, ancak uzun vadede ölümcül bir hatadır. Para tatlı geldiğinden çoğunluk kısa vadeyi seçer, hal böyle olunca bu firmalarda görev almış yazılımcılara da kaliteyi ve kötünün neden kötü olduğunu anlatmak çok zorlaşır, çünkü kötü şeylere kolay alışılır.
Alışkanlık dediğimiz şey eğer iyiyi barındırıyorsa mükemmeliyetçiliğe götürür, kötüyü barındırıyorsa da felakete. Maalesef sektörümüzde de kötü alışkanlıklar bir hayli fazla. Yazılımcılık hayatımın ciddi bir kısmında iyi yazılmayan projelerin iyileştirilmesiyle uğraştım, Böbrek-Oriented Programming ile Türk Yazılım Sektörünün ne hale getirildiğini bilfiil gördüm.
Kötü ürün üretmek her sektörde müşteri ve itibar kaybı iken yazılım sektöründe olağan karşılanıyor ve normalleştiriliyor, belki de sektörel olarak en büyük tehlike de budur. Bu habitat içerisinde yetişen yazılımcılar da doğruyu sorgulamadan, yanlışı doğru kabul ediyor ve içi boş uzmanlar olarak hayatlarına devam ediyorlar.
Bir firma ancak çalışanları kadar değerlidir ve çalışanların ürettiği kaliteli ürünler o firmayı diğerlerinden ayrı kılar. Kaliteyi sıralamada aşağıda tutan bir firma kendi ölüm fermanını imzalar ve buna neden olan elemanlar da bir gün işsiz kalmaya mahkumdur.
Bir şeye vakit ayırıyorsanız en iyisini yapmak zorundasınız. Çünkü zaman, insan hayatında geri kazanılamayan tek şeydir ve her zaman söylediğim gibi sadece kişinin kendi zamanı değildir kaybolan, aynı zamanda "Milli Servet"tir. Zamanı iyi değerlendiremeyen, değer üretemeyen insanların yaşadığı memleketlerin sokaklarında mutsuz insanlar gezer.
1.2 Müşteri Bakış Açısına Sahip Olamamak
Yazılımcıların genelde yaptığı bir yanlış vardır: Müşterinin ihtiyaçlarını anlamadan, ürettiği şeye müşteri gözüyle bakmadan geliştirme yapmasıdır. IF'ler ve ELSE'lerden öte, ihtiyacı karşılamaya yönelik iş yaptıklarının bilincinde olmamaları da tekrar tekrar yazmaya, zaman kaybetmeye neden olur. Müşteri isterini karşılamayan yazılımların kullanımının ne kadar zor olduğunu az çok herkes tecrübe etmiştir. Tabi burada müşterinin eksikleri muhakkak olacaktır, eksik aktaracak ve yahut anlık ihtiyaçlarına göre ve bütçesine göre hareket edecektir. Ancak yazılım yapmak demek danışmanlık anlamına da gelir ve müşteriyi yönlendirici, bilgilendirici olmalıdır.
1.3 Zamanı Yönetememek
Çoğu insan kendi zamanını yönetmekten acizdir. Hep az gelir 24 saat. Hep daha fazlasına sahipmişiz gibi planlar yaparız. İşte bu yüzden proje bitiş tarihlerinde (Deadline) sabahlamak zorunda kalırız, çünkü o zamana kadar hep "daha vaktimiz var"dır. Bu yüzden projeler ötelenir ve bütçeler aşılır. Zamanı yönetmek en zorudur ama en yapılması gerekendir. Ciddi bir disiplin gerektirir çünkü. Bir şeye ayırman gereken vakti ayırman gerektiği vakitte ayırman gerekir, yoksa ötelenir, sarkar, başka şeyleri sarkıtır. Domino etkisi denir buna ve bütün planları alt üst eder, tekrar tekrar yönetim zamanı ayırıp bütün süreci tekrar tekrar revize etmek gerekir. Bir kişinin yaptığı hata diğer herkesi çok net ve tartışılamayacak şekilde etkiler. En öncelikli olarak ne kadar zamana ihtiyaç olduğunu, ne kadar kaldığını, kalan zamanın riskini rutin aralıklarla şahsi olarak ve proje genelinde ölçmek gerekir. Çünkü "Sen uyursan herkes ölür!".
1.4 Erken Olgunlaşmak
Y nesli kuşağında en çok rastladığım problem bu. Bir tekkeye giden talebe 2 yılda ne kadar derviş olursa, nazarımda yazılımcı da bu sürede o kadar uzman olur. Zamane nesil (Yazar burada yaşlanmış olduğunu anlatmaya çalışıyor) henüz kapıdan girerken dervişe yanlış yolda olduğunu anlatmaya çalışıyor artık.
Oysa ki tecrübe proje üretimindeki kilit noktadır ve kolay kazanılamaz. Zaman ister, emek ister, hatalarından öğrenmek ister, göz yaşı ister, olgunlaşmak ister, müşteriden fırça yemek ister...
Steve Jobs: Stay hungry, stay foolish
Hayatta edindiğim felsefelerden en önemlilerinden birisi "Biliyorum diyenden korkacaksın". Çünkü bilmek görecelidir, buna dair çok güzel bir atasözümüz vardır "el yumruğu yemeyen kendi yumruğunu değirmen taşı sanır". Kendi gelişimine bakıp "ben oldum" denmez, her karşılaştırma bir referans noktası ister. Olduğunu zannediyorsa birisi, muhakkak referans aldığı kişi olmamıştır, eksiktir, referans noktası değiştirilmelidir.
Kişi asla bilmek ile tatmin olmamalıdır, hele ki yazılım gibi dinamik ve değişken bir sektörde. Her zaman aç, her zaman yetersiz görmelidir kendini. İnsanın kendine yapacağı en iyi yatırım budur.
1.6 Eğitim Yetersizliği
(Yine) Maalesef eğitim sistemimizin ürettiği nesillerde "hazırcılık", "biri bana anlatsın" mantığı çok yaygın. Araştırmak yerine birinin anlatmasını beklemek, şirket değiştirmek ve sonrasında merak ettiği şeyler konusunda hayal kırıklığına uğramak da sektörel açıdan tatminsiz elemanlar olmasına yol açıyor, öz geçmişlere baktığınızda kısa aralıklarla çok iş değiştirenleri görürsünüz. Genelde mazeretler çalışılan yerin yetersiz olduğuna dairdir, alt alta toplasanız toplam tecrübeleri 2-3 yılı geçmez, hep merak etmişimdir acaba neyi biliyorlardı da neyi yetersiz buldular, tam bir muamma. Daha doğrusu şımarıklık. Şahsen bu fikirde olan arkadaşları mecbur kalmadığım müddetçe görüşmeye dahi çağırmıyorum, çünkü güvenemiyorum, çünkü güvenin temelinde sadakat yatıyor, her yıl iş değiştiren bir kişiye iş veren olarak nasıl güvenebilirsiniz ki?
Bizim çocukluğumuzda öğretmenler haklıydı ve biz dayak yediğimizde kesin bir haltlar karıştırmışızdır diye bakılırdı. Şimdi sınıflarda kalma yok, okula 1 gün dahi gitse öğrenci geçiyor, liselerde çarpım tablosunu bilmeyenler var, 20 yıl Türkçe eğitim alıp da Türkçe'yi kullanmasını bilmeyenler var, hazır cevap olup da bir türlü soracak soru bulamayanlar var, ne zaman bir şey istese o anda sahip olanlar var. Yani zorlanma yok, her şey bir tık kadar kolay. Elbette istisnalar her zaman vardır, okuduğu okul, aile yapısı gibi parametrelerle farklı olanlar vardır ancak genele vurduğunuzda durum hakikaten vahim. Kolaycılığa alışmış nesiller yetiştirmemeliyiz, bir şeylere sahip olmak için çalışmak gerektiğini bilmesi gereken nesiller yetiştirmeliyiz. Sayısız üniversite açıp, içini boş derslerle ve boş kafalarla doldurmamalıyız. Öğretmenler yetkin olmalı ve sadece müfredat anlatılmamalı, sorumluluk bilinci, iyi/kötü gösterilmeli. Sadece öğrencilere yüklenmek kolaycılık olur, buna neden olan sistemleri değiştirmemiz gerekir. Bu noktada aileler de, devlet de, öğretmenler de kendini gözden geçirmeli ve nasıl nesiller yetiştirdiğini görmelidir.
Ben daha okula bile başlamamışken babam elimden tutar sanayi bölgesine götürür çalışan çocukları gösterirdi. "Okumazsan böyle olursun". Yağ, kir, pas. Kötü gelirdi gözüme. Ancak şimdi bu işleri yapabilecek beceriye sahip ara elemanları dahi eğitim sistemimizle kazanamıyoruz. Artık herkes üniversite mezunu oluyor ve kendilerine yakıştıramıyorlar bir çok şeyi. İlk iş görüşmelerinde yetişmiş eleman maaşı istiyorlar ve alamıyorlar, sonra da gelsin KPSS, "Devlete sırtı daya".
Suç kimin?
4 Haziran 2014 Çarşamba
Bir fotoğraf hikayesi
Bunca zamandır vatandaşım, hala tutarsızlıklara anlam veremiyorum. Alışamadım bir türlü. Devlet işleri neden çok tutarlı olması gerekirken ilçeden ilçeye, ilden ile ve hatta müdürden müdüre değişir anlamam. Bir şey ya vardır ya yoktur.
Nereden mi çıktı? Allah kısmet ederse Ağustos gibi düğünümüz olacak inşallah, vakitlice de nikah tarihi almak gerekiyor diye vardım Kadıköy evlendirme dairesine.
Sağolsun oradaki abi pek bir sevecen ve yardımsever çıktı ve tek tek ne lazımsa kendi kalemini de vererek anlattı. Numaratörden aldığım o küçücük kağıdın arkasına mini mini harflerle yazdım gerekli evrakları. Şimdi de gideceğim yerdeki evlendirme dairesinin istediği evraklarla karşılaştırayım dedim, genel itibarı ile aynı da fotoğraf konusunda anlaşamamış arkadaşlar :)
Kadıköy 7, Üsküdar 6, Beyoğlu 5, Kırıkkale 4 fotoğraf istiyor. Açık artırma gibi mübarek :) Sanki farklı bir belge verecekmiş gibi. İnsanın gönlü en az isteyenden yana da kaymıyor değil, tövbe tövbe :)
Ben her ihtimale göz önünde bulundurarak 10 fotoğraf götüreceğim, kim bilir zam falan gelir.
Gaydırı gubbak haber kaynaklarım:
http://www.uskudar.bel.tr/tr-TR/hizmet/basvuru-rehberi/Sayfalar/Nikah-Islemleri-Belgeler.aspx
http://www.beyoglu.bel.tr/beyoglu/hizmetler.aspx?SectionId=305
http://www.kirikkale-bld.gov.tr/web/default.asp?islem=bolum&id=3&detay=20
Nereden mi çıktı? Allah kısmet ederse Ağustos gibi düğünümüz olacak inşallah, vakitlice de nikah tarihi almak gerekiyor diye vardım Kadıköy evlendirme dairesine.
Sağolsun oradaki abi pek bir sevecen ve yardımsever çıktı ve tek tek ne lazımsa kendi kalemini de vererek anlattı. Numaratörden aldığım o küçücük kağıdın arkasına mini mini harflerle yazdım gerekli evrakları. Şimdi de gideceğim yerdeki evlendirme dairesinin istediği evraklarla karşılaştırayım dedim, genel itibarı ile aynı da fotoğraf konusunda anlaşamamış arkadaşlar :)
Kadıköy 7, Üsküdar 6, Beyoğlu 5, Kırıkkale 4 fotoğraf istiyor. Açık artırma gibi mübarek :) Sanki farklı bir belge verecekmiş gibi. İnsanın gönlü en az isteyenden yana da kaymıyor değil, tövbe tövbe :)
Ben her ihtimale göz önünde bulundurarak 10 fotoğraf götüreceğim, kim bilir zam falan gelir.
Gaydırı gubbak haber kaynaklarım:
http://www.uskudar.bel.tr/tr-TR/hizmet/basvuru-rehberi/Sayfalar/Nikah-Islemleri-Belgeler.aspx
http://www.beyoglu.bel.tr/beyoglu/hizmetler.aspx?SectionId=305
http://www.kirikkale-bld.gov.tr/web/default.asp?islem=bolum&id=3&detay=20
2 Haziran 2014 Pazartesi
Ey Girişimci! Korkma, titre!
"Hayatta bazı şeyler doğuştan gelir, diğerleri de sonradan kazanılır." Girişimcilik üzerine yazı yazmak için doğru bir başlangıç mıdır bilmem ama benim başlamak istediğim nokta bu. Girişimciliğin ilk kuralı: Başlamak için en doğru yeri asla bilemezsiniz, sadece başlamanız gerekir, geri kalan her şeyi zaman halleder.
Kurulan her 10 girişimden 8'inin battığını biliyor musunuz? O yada bu nedenle neredeyse %80 oranında bir kayıpla devam eden bir süreç nasıl cazip olabilir? %80 ihtimalle batacak girişimlere şirketler neden milyonlarca dolar yatırım yapar? Diğer sektörleri bilmem ama bilişim sektöründe cevap çok basit, eğer bu şirketlerden bir tanesi bile hayatta kalmayı başarır ve piyasada tutunursa tek başına milyonlarca/milyarlarca dolar elde edebilir, örneği çok ve iştah kabartıcı türden. Haliyle yatırımcılar için risk oranı yüksek görünse de nakit geri dönüşünü göz önüne aldığınızda yatırım maliyetinin (Özellikle büyük yatırımcılar için) düşük olduğunu görebilirsiniz. Bilişim sektöründe doğru girişimler insanlara doğru şekilde ulaştığında arz ve talep arasında uçurumlar olabiliyor ve bu yüzden riskli bir sektör bir anda çok cazip bir hal alabiliyor.
Her şey çok güzel, hayaller sınırsız, fikirler şahane, başlangıç maliyeti düşük (bir bilgisayar yeter), "on yüz bin milyon kullanıcım olsa, çarp bir dolarla, yırttık abicim yırttık..."
Hemen hemen böyle başlıyor her Türk'ün Bilişim girişimi heyecanı. Henüz fikir aşamasında iken bile heyecandan uyuyamaz hale geliyoruz değil mi? "Google'a da reklamı çaktık mı tamamdır bu iş", "Biraz da SEO kasmalı", "Sosyal medyaya da basarız, sonra gelsin like'lar, retweet'ler"
Her şey henüz hayal ederken en güzel halindedir. Gerçeklik duvarına çarpana kadar... Faturalar gelmeye başlar sonra, ev sahibi bastırır kira için, Devlet dayanır kapına, KDV, ÖTV, Stopaj vergisi, Gelir vergisi, damga vergisi, pul vergisi, zırt vergisi, pırt vergisi... Başında boza pişiren hısım akrabayı da unutmamalı tabi, "En güzel meslek öğretmenlik. Sözümüzü dinleyip de yazmadın ki! Ne güzel üç ay tatil"
Girişimcilik zor iştir. Nereden başlayacağını bilemezsin, nereye gideceğini kestiremezsin, ne kadar acı çekeceğini çekmeden bilemezsin, kimseye laf anlatamazsın, doğruyu yapsan da hatalısındır, kendini hep "Öğretmen olsaydım" eşiğinde bulursun da yediremezsin verdiğin emeğe.
Zamanında izlediğim Green Street Hooligans filminin en sevdiğim repliği şuydu: "Birkaç yumruk yeyip camdan yapılma olmadığınızı anladığınızda, sınırlarınızı zorlamadan yaşadığınızı hissedemezsiniz!" Girişimcilik tam da böyle bir şeydir, dayak atmayı öğrenene kadar dayağa doymamaktır bir bakıma. Kaybetmeden kazanmanın başka yolu yoktur çünkü, varsa da kıymetsiz ve çabuk vazgeçilendir.
Dolayısı ile nereden başlarsanız başlayın, muhtemelen en doğru yerden başlayacaksınız. Eğer karşınızda büyük bir iş varsa ve nereden başlayacağınızı bilmiyorsanız herhangi bir yerden başlayın, gerisi gelir. Hata olduğunu bilmeden yaptığınız bir şey "hata" mıdır yoksa "ders" midir? "Bir musibet bin nasihatten iyidir" derler bizde, hakikaten öyledir. Kimilerinin "günah işleme özgürlüğü" var ya, sizin de hata yapma özgürlüğünüz var. Tecrübe dediğimiz de yapılmış hatalardan alınan derslerdir neticede.
Bu yüzdendir ki Ey Girişimci! Korkma, titre! Daha yapacağın çok hatalar var ;)
Kurulan her 10 girişimden 8'inin battığını biliyor musunuz? O yada bu nedenle neredeyse %80 oranında bir kayıpla devam eden bir süreç nasıl cazip olabilir? %80 ihtimalle batacak girişimlere şirketler neden milyonlarca dolar yatırım yapar? Diğer sektörleri bilmem ama bilişim sektöründe cevap çok basit, eğer bu şirketlerden bir tanesi bile hayatta kalmayı başarır ve piyasada tutunursa tek başına milyonlarca/milyarlarca dolar elde edebilir, örneği çok ve iştah kabartıcı türden. Haliyle yatırımcılar için risk oranı yüksek görünse de nakit geri dönüşünü göz önüne aldığınızda yatırım maliyetinin (Özellikle büyük yatırımcılar için) düşük olduğunu görebilirsiniz. Bilişim sektöründe doğru girişimler insanlara doğru şekilde ulaştığında arz ve talep arasında uçurumlar olabiliyor ve bu yüzden riskli bir sektör bir anda çok cazip bir hal alabiliyor.
Her şey çok güzel, hayaller sınırsız, fikirler şahane, başlangıç maliyeti düşük (bir bilgisayar yeter), "on yüz bin milyon kullanıcım olsa, çarp bir dolarla, yırttık abicim yırttık..."
Hemen hemen böyle başlıyor her Türk'ün Bilişim girişimi heyecanı. Henüz fikir aşamasında iken bile heyecandan uyuyamaz hale geliyoruz değil mi? "Google'a da reklamı çaktık mı tamamdır bu iş", "Biraz da SEO kasmalı", "Sosyal medyaya da basarız, sonra gelsin like'lar, retweet'ler"
Her şey henüz hayal ederken en güzel halindedir. Gerçeklik duvarına çarpana kadar... Faturalar gelmeye başlar sonra, ev sahibi bastırır kira için, Devlet dayanır kapına, KDV, ÖTV, Stopaj vergisi, Gelir vergisi, damga vergisi, pul vergisi, zırt vergisi, pırt vergisi... Başında boza pişiren hısım akrabayı da unutmamalı tabi, "En güzel meslek öğretmenlik. Sözümüzü dinleyip de yazmadın ki! Ne güzel üç ay tatil"
Girişimcilik zor iştir. Nereden başlayacağını bilemezsin, nereye gideceğini kestiremezsin, ne kadar acı çekeceğini çekmeden bilemezsin, kimseye laf anlatamazsın, doğruyu yapsan da hatalısındır, kendini hep "Öğretmen olsaydım" eşiğinde bulursun da yediremezsin verdiğin emeğe.
Zamanında izlediğim Green Street Hooligans filminin en sevdiğim repliği şuydu: "Birkaç yumruk yeyip camdan yapılma olmadığınızı anladığınızda, sınırlarınızı zorlamadan yaşadığınızı hissedemezsiniz!" Girişimcilik tam da böyle bir şeydir, dayak atmayı öğrenene kadar dayağa doymamaktır bir bakıma. Kaybetmeden kazanmanın başka yolu yoktur çünkü, varsa da kıymetsiz ve çabuk vazgeçilendir.
Dolayısı ile nereden başlarsanız başlayın, muhtemelen en doğru yerden başlayacaksınız. Eğer karşınızda büyük bir iş varsa ve nereden başlayacağınızı bilmiyorsanız herhangi bir yerden başlayın, gerisi gelir. Hata olduğunu bilmeden yaptığınız bir şey "hata" mıdır yoksa "ders" midir? "Bir musibet bin nasihatten iyidir" derler bizde, hakikaten öyledir. Kimilerinin "günah işleme özgürlüğü" var ya, sizin de hata yapma özgürlüğünüz var. Tecrübe dediğimiz de yapılmış hatalardan alınan derslerdir neticede.
Bu yüzdendir ki Ey Girişimci! Korkma, titre! Daha yapacağın çok hatalar var ;)
26 Mayıs 2014 Pazartesi
1 Mayıs 2014 Perşembe
1 is 2 Many PSA / 1 Kişi bile çok fazla
Dule Hill: Üniversitelerde, barlarda, partilerde ve hatta liselerde bile yaşanıyor.
Steve Carrell: Kız kardeşlerimizin ve kızlarımızın...
Danile Craig: Eşlerimizin ve arkadaşlarımızın başına geliyor
Seth Meyers: Bunun adı "Cinsel İstismar" ve durdurmak zorundayız.
Hill: Mutlaka durdurmak zorundayız. Lütfen dinleyin!
Del Toro: Eğer kadının rızası olmadan yaşanıyorsa ya da rıza gösteremeyecek bir durumdaysa, bu tecavüzdür. cinsel istismardır.
Carrell: Bu suçtur, yanlıştır.
Joe Biden: Böyle bir şey yaşanırsa, mutlaka bir şeyler yapmanız gerekiyor.
Del Toro: Böyle bir şeyle karşılaşırsam, sesimi yükseltirim
Craig: Eğer böyle bir şeyle karşılaşırsam kadını suçlamam, ona yardım ederim.
Hill: Çünkü problemin bir parçası olmak istemiyorum.
Meyers: Çözümün bir parçası olmak istiyorum.
Biden: Hepimiz çözüme katkıda bulunmalıyız. Saygılı ve sorumluluk sahibi olmakla ilgilidir bu.
Barack Obama: Cinsel istismarı bitirmek hepimize bağlı. Ve bu hareket sizinle başlıyor.
Craig: Çünkü bunu yaşayan 1 kişi bile çok fazla.
http://www.slate.com/blogs/xx_factor/2014/04/30/obama_anti_rape_psa_daniel_craig_steve_carell_seth_meyers_and_benicio_del.html
12 Mart 2014 Çarşamba
Önce kadınlar ve çocuklar
Bu memlekette
Önce kadınlar ve çocuklar
ölür.
Adam cinnet geçirir
Önce kadınlar ve çocuklar
ölür
Memleket cinnet geçirir
Önce kadınlar ve çocuklar
ölür
Önce kadınlar ve çocuklar
ölür.
Adam cinnet geçirir
Önce kadınlar ve çocuklar
ölür
Memleket cinnet geçirir
Önce kadınlar ve çocuklar
ölür
Eşinizi üzmeyin. O, Allahü Teâlânın size emanetidir. [Müslim]
En üstün mümin, hanımına, en iyi, en lütufkâr davranan güzel ahlaklı kimsedir. [Tirmizi]
Hanımının haklarını ifa etmeyenin; namazları, oruçları kabul olmaz. [Mürşid-ün-nisa]
Hanımını döven, Allah’a ve Resûlüne asi olur. Kıyamette onun hasmı ben olurum. [R.Nasıhin]
“Onlar (o mü’minler) ki, Allah ile beraber başka bir ilâha yalvarmazlar. Allah’ın haram kıldığı cana haksız yere kıymazlar ve zinâ etmezler. Bunları yapan, günahı(nın cezasını) bulur. Kıyâmet günü azâbı kat kat olur ve orada alçaltılmış olarak temelli kalır. Ancak tevbe edip iyi davranışta bulunanlar başka...”
Furkan/ 68-70
5 Mart 2014 Çarşamba
Lahza
Beni hatırlayasın diye
Gözünün gördüğü, elinin tuttuğu
Ne varsa
O olayım istedim
Sonra durdum düşündüm;
Bir eşyadan öte olmalıydım
Her zaman hatırlayacağın.
Altı çizilmiş bir söz olsaydım
Dönüp dolaşıp okuduğun bir kitapta,
Ya da sana anlam katan bir an
Ya da sıcak tarçınlı kurabiye
Sirkeci Garının hatıralarında
Çok şey mi istedim?
FC / 2014
2 Mart 2014 Pazar
16 Şubat 2014 Pazar
Replay
Havalar güzel, güneş açmış, umutlar; kapımızda yüzünü gösteren bahar kadar taze, bu memleketin insanları alışmış olsa gerek adaletsizliğe, ki hala umutla sokaklarda yürüyorlar. Son zamanlarda yaşananlara ve öncesine dair bir vatandaşın küçük bir serzenişi olacak bu yazım.
Bugün Can Dündar'ın bir yazısını okudum, özetle diyor ki "bu memlekette yalan çok". Etrafımdaki insanlara hep şunu söylerim "Eğer ki bir kurumda aynı fikirdeki insanların çoğunluğu yüksek ise oradan adalet beklemeyin".
Sol ya da sağ kesim farketmez, ne zaman bu memlekette kurumlara aynı fikirde insanları yığdılar, o zaman ortalığı pislik götürmeye başladı. Herkesin kendince haklı nedenleri vardı ve hiç kimse suçlu değildi. Yapılan bütün yanlışlar sümen altı edildi, doğrular farklı fikirli insanlarca dile getirildiğinde yok sayıldılar. Sol ya da sağ kesim farketmez, Başta Anayasa Mahkemesinde, sonra TSK'da CHP çoğunluğu olduğu dönemlerde, yakın zamanda AKP sandığımız ama sonradan AKP tarafından oralara getirilen Cemaat olduğunu anladığımız Emniyet ve Adli kurumlarda fikir ortaklığının ne kadar tehlikeli olduğunu görüyoruz. Ortak fikir, maalesef Din'den nemalansa da Din dışı olarak cerayan ediyor ve kötü tarafı aksini iddia ettiğinizde de aforoz ediliyorsunuz. Demem o ki, kökeni ne olursa olsun ortak fikir bu memleketin en tehlikeli problemidir.
Sadece kurumlara indirgemek de esasen benim yanlışım olur. Çünkü büyük problemlerimizden biri de Halk'ın ne zaman nerede patlayacağı belli olmayan hassas bir bomba olması. Bizim memleket kola şişesi gibidir, biraz sallarsanız çok rahat etrafı kirletebilirsiniz (Sivas, Maraş, Sağ/Sol Kavgaları, vs...). Saf'lık demek biraz saf'lık olur, cehalet bu tanıma cuk oturuyor çünkü. Kimisinin ki okumuş/cilalanmış/ikna edici cehalet, kimisinin ki saf/kolay kandırılır cehalet. Cehalet ve cehaleti kullanan fikir halk çoğunluğuna ve yahut güçlü çoğunluğa sahip olduğu zaman Allah sonumuzu hayır getirsin.
Bunca zaman oldu yaşım ilerledi, gördüklerimden de duyduklarımdan da usandım. Aynı filmi tekrar tekrar izleyip de her seferinde ilk kez izliyormuş gibi heyecanlanmaktan da yoruldum. Bu memlekette her ne olursa olsun yapanın yanına kar kalıyor olması yıpratıyor beni. "Farklı fikirlerde, farklı kültürlerde, farklı dillerde ve dinlerde medeniyetler beşiğiyiz" yalanına artık kendi adıma kanmıyorum. Bir beşikteyiz doğru, ancak uyutulduğumuz ve kendi irademizle uyuduğumuz gerçeğini atlamamız gerekiyor.
Ne zaman fikir çoğunluğu yerini başka bir fikrin çoğunluğuna bıraksa memlekette "intikam" rüzgarları esmeye başlıyor. Gelen gidene hain muamelesi yapıyor, keza o fikri paylaşanlara da. Bir dönem Başörtüsünü savunanlar irticacı/geri kafalı/kandırılan ahmaklar/beyni yıkananlar/ idi, şimdilerde savunmayanlar özgürlük düşmanı/bölücü/anti demokrat/ oldular. "Yahu kimsenin vicdanı yok mu bu memlekette?" demek geliyor içimden, nasıl oluyor da fikirlerinizi kusursuz addedebiliyorsunuz? Her iki fikrin de yanlış olabileceğini düşünmüyorsunuz? Ve neden fikir çoğunluğunun liderleri Kara'ya Ak derken, yanlışlığını bilenler "O öyle değil Başkan!" diyemiyor? İşte bu yüzden ben bu memlekette siyasetten ve seçimlerden korkuyorum, çünkü bu memleket "Türklüğü" ve "Cesareti" ile övünürken aslında korkaklığını bastırmaya çalışıyor. Allah'a "iman" ederken Lider'lerinden ve Lider'lerinin yapabileceklerinden korkuyorlar, bu da silsileli olarak vatandaşa kadar iniyor, imam osurduğunda cemaat'e de sıçmak düşüyor çünkü.
Ben nasıl bir memleket görmek istiyorum diye düşünüyorum zaman zaman, bir kısmı şöyle:
1. İnsanların inandıkları fikri kusursuz olarak görmediği bir memleket istiyorum.
2. İnsanların hatalı olduklarını kabul ettikleri bir memleket istiyorum.
3. Vatandaşların Siyasi Liderlere "iman etmedikleri" bir memleket istiyorum.
4. Komşunun komşuya farklı fikirlerde/dinlerde/ırklarda diye hakaret etmediği bir memleket istiyorum.
5. Hükumetlerin Muhalefetleri yok saymadığı bir memleket istiyorum.
6. Muhalefetlerin laf değil, iş ürettiği bir memleket istiyorum.
7. Vatandaşların memleketine sadece seçimlerde ve savaşlarda sahip çıkmadığı, her zaman "Vatan" inancı taşıdığı bir memleket istiyorum.
8. Kul hakkı yemeyen, yiyenlere göz yummayan/ortak olmayan/ses çıkaran/ses çıkaranları takdir eden insanların yaşadığı bir memleket istiyorum.
9. Mahkemelerde, TSK'da, Emniyette, Hükumette ve dahi en küçük kurumunda Adaletin tecelli ettiği, insanların fikirdaşlarına/dindaşlarına/hemşehrilerine/arkadaşlarına iltimas geçmediği, kendilerinden farklı düşünenleri kurumlardan ihraç etmedikleri bir memleket istiyorum.
Çok şey mi istiyorum? Evet
Karamsar mıyım? Çok
"Her zaman umut vardır." / Yüzüklerin Efendisi
Bugün Can Dündar'ın bir yazısını okudum, özetle diyor ki "bu memlekette yalan çok". Etrafımdaki insanlara hep şunu söylerim "Eğer ki bir kurumda aynı fikirdeki insanların çoğunluğu yüksek ise oradan adalet beklemeyin".
Sol ya da sağ kesim farketmez, ne zaman bu memlekette kurumlara aynı fikirde insanları yığdılar, o zaman ortalığı pislik götürmeye başladı. Herkesin kendince haklı nedenleri vardı ve hiç kimse suçlu değildi. Yapılan bütün yanlışlar sümen altı edildi, doğrular farklı fikirli insanlarca dile getirildiğinde yok sayıldılar. Sol ya da sağ kesim farketmez, Başta Anayasa Mahkemesinde, sonra TSK'da CHP çoğunluğu olduğu dönemlerde, yakın zamanda AKP sandığımız ama sonradan AKP tarafından oralara getirilen Cemaat olduğunu anladığımız Emniyet ve Adli kurumlarda fikir ortaklığının ne kadar tehlikeli olduğunu görüyoruz. Ortak fikir, maalesef Din'den nemalansa da Din dışı olarak cerayan ediyor ve kötü tarafı aksini iddia ettiğinizde de aforoz ediliyorsunuz. Demem o ki, kökeni ne olursa olsun ortak fikir bu memleketin en tehlikeli problemidir.
Sadece kurumlara indirgemek de esasen benim yanlışım olur. Çünkü büyük problemlerimizden biri de Halk'ın ne zaman nerede patlayacağı belli olmayan hassas bir bomba olması. Bizim memleket kola şişesi gibidir, biraz sallarsanız çok rahat etrafı kirletebilirsiniz (Sivas, Maraş, Sağ/Sol Kavgaları, vs...). Saf'lık demek biraz saf'lık olur, cehalet bu tanıma cuk oturuyor çünkü. Kimisinin ki okumuş/cilalanmış/ikna edici cehalet, kimisinin ki saf/kolay kandırılır cehalet. Cehalet ve cehaleti kullanan fikir halk çoğunluğuna ve yahut güçlü çoğunluğa sahip olduğu zaman Allah sonumuzu hayır getirsin.
Bunca zaman oldu yaşım ilerledi, gördüklerimden de duyduklarımdan da usandım. Aynı filmi tekrar tekrar izleyip de her seferinde ilk kez izliyormuş gibi heyecanlanmaktan da yoruldum. Bu memlekette her ne olursa olsun yapanın yanına kar kalıyor olması yıpratıyor beni. "Farklı fikirlerde, farklı kültürlerde, farklı dillerde ve dinlerde medeniyetler beşiğiyiz" yalanına artık kendi adıma kanmıyorum. Bir beşikteyiz doğru, ancak uyutulduğumuz ve kendi irademizle uyuduğumuz gerçeğini atlamamız gerekiyor.
Ne zaman fikir çoğunluğu yerini başka bir fikrin çoğunluğuna bıraksa memlekette "intikam" rüzgarları esmeye başlıyor. Gelen gidene hain muamelesi yapıyor, keza o fikri paylaşanlara da. Bir dönem Başörtüsünü savunanlar irticacı/geri kafalı/kandırılan ahmaklar/beyni yıkananlar/ idi, şimdilerde savunmayanlar özgürlük düşmanı/bölücü/anti demokrat/ oldular. "Yahu kimsenin vicdanı yok mu bu memlekette?" demek geliyor içimden, nasıl oluyor da fikirlerinizi kusursuz addedebiliyorsunuz? Her iki fikrin de yanlış olabileceğini düşünmüyorsunuz? Ve neden fikir çoğunluğunun liderleri Kara'ya Ak derken, yanlışlığını bilenler "O öyle değil Başkan!" diyemiyor? İşte bu yüzden ben bu memlekette siyasetten ve seçimlerden korkuyorum, çünkü bu memleket "Türklüğü" ve "Cesareti" ile övünürken aslında korkaklığını bastırmaya çalışıyor. Allah'a "iman" ederken Lider'lerinden ve Lider'lerinin yapabileceklerinden korkuyorlar, bu da silsileli olarak vatandaşa kadar iniyor, imam osurduğunda cemaat'e de sıçmak düşüyor çünkü.
Ben nasıl bir memleket görmek istiyorum diye düşünüyorum zaman zaman, bir kısmı şöyle:
1. İnsanların inandıkları fikri kusursuz olarak görmediği bir memleket istiyorum.
2. İnsanların hatalı olduklarını kabul ettikleri bir memleket istiyorum.
3. Vatandaşların Siyasi Liderlere "iman etmedikleri" bir memleket istiyorum.
4. Komşunun komşuya farklı fikirlerde/dinlerde/ırklarda diye hakaret etmediği bir memleket istiyorum.
5. Hükumetlerin Muhalefetleri yok saymadığı bir memleket istiyorum.
6. Muhalefetlerin laf değil, iş ürettiği bir memleket istiyorum.
7. Vatandaşların memleketine sadece seçimlerde ve savaşlarda sahip çıkmadığı, her zaman "Vatan" inancı taşıdığı bir memleket istiyorum.
8. Kul hakkı yemeyen, yiyenlere göz yummayan/ortak olmayan/ses çıkaran/ses çıkaranları takdir eden insanların yaşadığı bir memleket istiyorum.
9. Mahkemelerde, TSK'da, Emniyette, Hükumette ve dahi en küçük kurumunda Adaletin tecelli ettiği, insanların fikirdaşlarına/dindaşlarına/hemşehrilerine/arkadaşlarına iltimas geçmediği, kendilerinden farklı düşünenleri kurumlardan ihraç etmedikleri bir memleket istiyorum.
Çok şey mi istiyorum? Evet
Karamsar mıyım? Çok
"Her zaman umut vardır." / Yüzüklerin Efendisi
31 Ocak 2014 Cuma
Sözü uzatmadan...
"Her gün, ilham gelsin veya gelmesin yirmi satir yaziniz." demiş Stendhal, bloğuma yazamasam da defterime (Defter de değil aslında nereden geldiğini bilmediğim ama bir şekilde elime ulaşmış, kalemimin fedaisi olmuş o güzel, vefakar, deri kaplı Terra İlaç San. Tic. A.Ş.'nin ajandası, kesin Süleyman getirmiştir :)) karalıyorum ara ara. Bazen güzel şeyler çıkıp ilhamın kendisi de olabiliyor yazılanlar, bazen de cümle mezarlığında yatan merhumların arasına katılıyorlar. "Sözü uzatmadan" demek de istemiyorum yazdıklarıma geçmeden, çünkü ne zaman biri sözü uzatmamaya kalksa söz uzar gider. Buyurun efendim;
Sensizliğin duru halidir kar
Adımlarım hep küçüktür seni düşlerken
Ayaklarım huzursuzca kayar
Ve aklımdasındır düşerken yere
Ellerim tutunmaya seni arar
FC - 2013
Üst üste konulmuş kağıtlar gibiyiz
Bunca zaman mürekkebin
Akmasını beklemiş gibiyiz
FC - 2013
En sevdiğim şarkıda kırılır sesim
Parmaklarımın ucunda söner sigaram
Yalnızlık en mahrem yeridir sessizliğin
Başlar konuşmaya, gözlerini hatırlatarak
FC - 2014
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)