Birazdan bir ses duyulur gardiyan açar
çantalarımı bir bir döker ne bulacaksa
hasretten ve çaresizlikten başka
bir şarkı sakladım dilimin altına
sustum duymasın ne gereği var
umutlu dolu sevgi dolu noktasız virgülsüz
sevgilinin busesi evlat kokusu
la la la laaa la la la laaa
Bir paket sigara çıkarır cebinden
çakmak çakmak gözlerinden alır ateşini
nefesinde kokar adalet nefes nefese
yol almak ister bıraksan bıraksan
hakkıdır da bırakmazlar ki
tutamam ki
la la la laaa la la la laaa
Bir çocuk gibi inan öyle masum ki
yıl oldu yüzyıl oldu büyümedi ki
şarkılar sakladım dilimin altına sessizce
kulağına fısıldadım uyutur gibi
pencerene bak dedim ben oradayım
kokumu çek içine dedim kan ter içinde
kulağına fısıldadım gizli saklı bir şey der gibi
utandım
la la la laaa la la la laaa
24 Haziran 2013 Pazartesi
Göğe bakma durağı
Falanca durağa şimdi geliriz göğe bakalım
İnecek var deriz otobüs durur ineriz
Bu karanlık böyle iyi afferin Tanrıya
Herkes uyusun iyi oluyor hoşlanıyorum
Hırsızlar polisler açlar toklar uyusun
Herkes uyusun bir seni uyutmam birde ben uyumam
Herkes yokken biz oluruz biz uyumıyalım
Nasıl olsa sarhoşuz nasıl olsa öpüşürüz sokaklarda
Beni bırak göğe bakalım
Turgut Uyar / Göğe bakma durağı
17 Haziran 2013 Pazartesi
Nasıl?
Aşkı anlatmak zordur, hele ki gözlerinin içine bakan bir çift göz varsa. Heyecana kapılır insan, anlatamamanın telaşı kaplar, anlaşılamamanın. Aşkın bir tanımı yoktur ama hissedilenler kelimelere döküldüğünde en azından Sevilenin marifeti, güzelliği, sevdası Seveni şekillendirir. "Seni seviyorum" dediğinde "Ben de" denmez zira, bir fikre katılmak değildir sorunun özü. "Nasıl seviyorsun?" denmeli "Ben de" diyene.
Mesela ben,
öyle seviyorum ki, memleketim oluyor saçları; ellerim, tepelerinde oynaşan çocuklar gibi neşeleniyor, dalga dalga; kokluyorum sonra, tel tel, meye müptela sarhoş gibi, bitmesin istiyorum, ayıldıkça; geceye ilham veren rengini çekiyorum içime, simsiyah bir aydınlık yayılıyor ruhuma, sorgusuz sualsiz dolduruyorum gecelerin kadehini.
öyle seviyorum ki, merhemim oluyor parmakları, bunca zaman geçmişken O'nsuz, dokundukça sanki geçmişi yeniden yaratıyor, hatıralarımda bir el buluyorum, bembeyaz, bir melek gibi iniyor düşlerimden, ellerimde yer buluyor ilahi saadeti, Tanrı'dan bir armağan, bir muştu gibi can veriyor yokluğunda kuruyan tenime.
öyle seviyorum ki, içimde, dışımda, etrafımda ne kadar ses varsa susturuyor gözleri; ve sonsuz ve dipsiz ve O'ndan ve benden münezzeh, "Biz"i vaadediyor, "Biz"i anlatıyor, bir artı bire "Biz" diyor, bir ve tek. Bütün korkularımı siliyor, bütün tesadüfleri kadere, bütün bakışları Tanrı'ya yoruyor ve şükrün kıymetini bildiriyor. Aşkın canı, kanı oluyor göz bebekleri, denizin ortasında bir fener gibi yol gösteriyor gözlerime ve ne zaman ürkekçe kapatsam gözlerimi, korkuyorum kaybolmaktan. Öpüyorum kirpiklerini, güvenli bir limana yanaşıp demir atan gemiler gibi.
öyle seviyorum ki, yanımdayken, omzuma başını sessizce koyarken, son dileği sorulmuş bir idam mahkumunun ayağının altındaki tabure gibi korkuyorum hareket etmekten, bir rüyadan uyanmaktan.
Mesela ben,
öyle seviyorum ki, memleketim oluyor saçları; ellerim, tepelerinde oynaşan çocuklar gibi neşeleniyor, dalga dalga; kokluyorum sonra, tel tel, meye müptela sarhoş gibi, bitmesin istiyorum, ayıldıkça; geceye ilham veren rengini çekiyorum içime, simsiyah bir aydınlık yayılıyor ruhuma, sorgusuz sualsiz dolduruyorum gecelerin kadehini.
öyle seviyorum ki, merhemim oluyor parmakları, bunca zaman geçmişken O'nsuz, dokundukça sanki geçmişi yeniden yaratıyor, hatıralarımda bir el buluyorum, bembeyaz, bir melek gibi iniyor düşlerimden, ellerimde yer buluyor ilahi saadeti, Tanrı'dan bir armağan, bir muştu gibi can veriyor yokluğunda kuruyan tenime.
öyle seviyorum ki, içimde, dışımda, etrafımda ne kadar ses varsa susturuyor gözleri; ve sonsuz ve dipsiz ve O'ndan ve benden münezzeh, "Biz"i vaadediyor, "Biz"i anlatıyor, bir artı bire "Biz" diyor, bir ve tek. Bütün korkularımı siliyor, bütün tesadüfleri kadere, bütün bakışları Tanrı'ya yoruyor ve şükrün kıymetini bildiriyor. Aşkın canı, kanı oluyor göz bebekleri, denizin ortasında bir fener gibi yol gösteriyor gözlerime ve ne zaman ürkekçe kapatsam gözlerimi, korkuyorum kaybolmaktan. Öpüyorum kirpiklerini, güvenli bir limana yanaşıp demir atan gemiler gibi.
öyle seviyorum ki, yanımdayken, omzuma başını sessizce koyarken, son dileği sorulmuş bir idam mahkumunun ayağının altındaki tabure gibi korkuyorum hareket etmekten, bir rüyadan uyanmaktan.
15 Haziran 2013 Cumartesi
Uyku hali
Şimdi uykudasın
ve ben hala seviyorum seni
sabah olacak, uyanacaksın
hiç bir şey olmamış gibi
Şimdi uykudasın
ve ben hala anıyorum seni
sabah olacak, uyanacaksın
hiç bir şey duymamış gibi
ve ben hala seviyorum seni
sabah olacak, uyanacaksın
hiç bir şey olmamış gibi
Şimdi uykudasın
ve ben hala anıyorum seni
sabah olacak, uyanacaksın
hiç bir şey duymamış gibi
9 Haziran 2013 Pazar
Bahar
Ah Sevgili!
Gözlerinde unuttum sözlerimi
Ne söylesem sana ait olacak şimdi
Ne söylesem seni anlatacak
Memur çocuğuyum ben
Bilirim yokluğun çaresizliğini
Alınamayan oyuncaklarım düşüyor aklıma
Sen kırptıkça kirpiklerini
Ürkek yetiştik biz ve korkak
Sessizlikti en şiddetli eylemimiz
Korkuyorum, sanki polisler basacak
Tutmak isterken ellerini
Gözlerinde unuttum sözlerimi
Ne söylesem sana ait olacak şimdi
Ne söylesem seni anlatacak
Memur çocuğuyum ben
Bilirim yokluğun çaresizliğini
Alınamayan oyuncaklarım düşüyor aklıma
Sen kırptıkça kirpiklerini
Ürkek yetiştik biz ve korkak
Sessizlikti en şiddetli eylemimiz
Korkuyorum, sanki polisler basacak
Tutmak isterken ellerini
2 Haziran 2013 Pazar
Nereye çağırırsan gelirim / Kürk Mantolu Madonna
Sabahattin Ali'nin maddi olarak sıkıntı yaşadığı dönemlerde Hakikat Gazetesi tarafından gelen "siyasete karışmayan" "ısmarlama" aşk romanıdır Kürk Mantolu Madonna. Böyle acımasızca eleştirmek yersiz olur zannımca, ama bir dönem edebiyat çevrelerinde böyle yorumlandığı da bir gerçek. İlk olarak 18 Aralık 1940'ta "Büyük Hikaye" adı ile yayınlanır ve 48 bölüm sürer. Telif hakkını da o zamanlar "hikaye tutmadı" bahanesiyle alamamıştır Sabahattin Ali.
Bir rivayete göre Nazım Hikmet, Ali’ye, psikolojik çözümlemelerle dolu birinci bölümü (Raif Efendi’nin defterine kadar olan bölüm) bir aşk hikâyesine harcadığı gerekçesiyle, sitem eder.
Efendim, Sabahattin Ali ile ilk tanışmam Kürk Mantolu Madonna ile geç de olsa oldu çok şükür. Kitabı ilk defa elime aldığımı, "nasıl bir romanmış acaba?" dediğimi ve gecesine varmadan yarısını tamamladığımı hatırlıyorum. Kitabı bitirdiğimde Nazım Hikmet'in ellerinden öpmek ve yorumu için takdir etmek istedim.
Öncelikle mükemmel bir roman ya da uzun hikaye. Tek bir parçadan oluşuyor, ara bölümler ya da kopmalar yok, zaten topu topu 160 sayfa, okumaya ara vereyim deseniz "şu bölümü de bitireyim sonra" diyeceğiniz bir es yok, bu yüzden sürükleyici biraz da, bu yüzden bir oturmada bitirilmesi gereken bir kitap. Çok çarpıcı tasvirlere sahip, bir insanın bu denli iyi gözlemci olması beni çok şaşırtmıştı, karakter tahlilleri ve bunun naifçe dile getirilişi ustalık örneğidir zannımca. Kesinlikle zorlayıcı cümleler içermiyor, arada eski kelimeler olsa da yayın evinin ustaca dip not düşümleri ile farkına bile varmıyorsunuz (YKY).
Kitabı üç kısıma bölmek gerekirse;
1. "Halbuki o hiç de fevkalade bir adam değildi. Hatta pek alelade, hiçbir hususiyeti olmayan, her gün etrafımızda yüzlercesini görüp de bakmadan geçtiğimiz insanlardan biriydi. Hayatının bildiğimiz ve bilmediğimiz taraflarında insana merak verecek bir cihet olmadığı muhakkaktı. Böyle kimseleri gördüğümüz zaman çok kere kendi kendimize sorarız: ‘Acaba bunlar neden yaşıyorlar? Yaşamakta ne buluyorlar? Hangi mantık, hangi hikmet bunların yeryüzünde dolaşıp nefes almalarını emrediyor?’"
Bir çay kaşığı kadar anlamlı olmayan varlığıyla Raif Efendinin karakteri ve kim olduğundan önce neye dönüştüğünün analizidir ilk kısım. Nazım Hikmet'in yorumunu takdir etmemi sağlayan ve Sabahattin Ali'nin kaleminin gücünü gördüğüm kısımdır da aslında. Net ve çarpıcı biçimde anlatılır Raif Efendi. Ancak anlatımda aşağılama yoktur, yalnızca insani bir sorgulama vardır. Bu yüzden okuyucuya yakındır dili, çünkü okuyucunun gündelik hayatta böyle bir adamla karşılaştığındaki tepkisini kaleme almıştır Ali, okuyucu ise hissettiklerinin bu kadar doğru yazılabileceğinin şaşkınlığına gark olur ve ön yargıları birer birer ustalıkla yıkmayı başarır Sabahattin Ali.
2. "Hayır dostum hayır!" diyordu. "Aşk hiç de sizin söylediğiniz basit sempati ve bazan derin olabilen sevgi değildir. O büsbütün başka, bizim tahlil edemediğimiz öyle bir histir ki, nereden geldiğini bilmediğimiz gibi, günün birinde nereye kaçıp gittiğini de bilemeyiz. Halbuki arkadaşlık devamlıdır ve anlaşmaya bağlıdır. Nasıl başladığını gösterebilir ve bozulursa bunun sebeplerini tahlil edebiliriz. Aşka girmeyen şey ise tahlildir. Sonra düşünün, dünyada hepimizin hoşlandığı birçok kimseler, mesela benim hakikaten sevdiğim birçok dostlarım vardır. Şimdi ben bütün insanlara aşık mıyım?
Ben fikrimde ısrar ederek:
"Evet" demiştim. "En çok sevdiğinize hakikaten ve diğerlerine birer parça aşıksınız!"
İkinci kısımda ise Raif Bey'in neden Raif Bey'e dönüştüğünü adım adım takip ediyoruz. Maria Puder ile tanışmasını, aşık olmasını ve aşkın ürkekçe gelişimini okuyoruz. Bu kısım ilk başladığında ilk bölümden tatlar taşısa da ilerledikçe maalesef bu lezzeti yitirmeye başlıyor. Sabahattin Ali bir insanı ya da olayı dışarıdan çok çok güzel analiz edip anlatabilirken, olayı yaşayanların dilinden aynı şıklıkla anlatamıyor. Belki ısmarlama bir aşk hikayesi olup da zorla yedirilmiş olmasından kaynaklıdır diye düşünmeden edemiyorum. Çok sakin, sıradan ve çarpıcı olmayan bir hikaye anlatılmaya çalışılıyor. Analizler yerini gündelik hareketlere ve işlere bırakıyor, zihinlerde dolanan fikirler, sokaklarda dolaşan aşıklara devroluyor. Ancak bu, her halükarda kitabın en iyi eserlerden biri olmasına mani olabilecek bir probleme dönüşmüyor ve hikaye son kısıma geçerek toparlanıyor.
3. "Trenin hareket saati gelmişti. Bir memur vagon kapısını örtüyordu. Maria puder merdiven basamağına atladı, sonra bana eğilerek, yavaş bir sesle, fakat tane tane:
-"Şimdi ben gidiyorum. fakat ne zaman çağırırsan gelirim" dedi.
Evvela ne demek istediğini anlamadım. o da bir an durdu ve ilave etti.:
-"Nereye çağırırsan gelirim!"
"Belki bu da kafiydi. Bir insana bir insan herhalde yeterdi. Fakat o da olmayınca? Her şeyin bir hayal, aldatıcı bir rüya, tam bir vehim olduğu ortaya çıkınca ne yapılabilirdi? Bu sefer inanmak ve ümit etmek kabiliyetini ben kaybetmiştim. İçimde insanlara karşı öyle bir itimatsızlık, öyle bir acılık peyda olmuştu ki, bundan zaman zaman kendim de korkuyordum. Kim olursa olsun, temasa geldiğim herkesi düşman, hiç değilse muzır bir mahluk telakki ediyordum. Seneler geçtikçe bu his kuvvetini kaybedeceğine şiddetlendi. İnsanlara karşı duyduğum şüphe, kin derecesine çıktı. Bana yaklaşmak isteyenlerden kaçtım. kendime en yakın bulduğum veya bulacağımı zannettiğim insanlardan en çok kaçıyordum. “O bile böyle yaptıktan sonra!..” diyordum…"
Son bölüm, tekrar en başa, tanıdığımız Raif Bey'e döndüğümüz bölüm. Ancak artık Raif Bey'in bu umursamazlığının ve varlığının anlamsızlığının neden olduğunu biliyoruz ve aynı anlamsızlığı taşıyoruz okuyucu olarak. Çünkü Maria Puder'in aşkını paylaşıyoruz Raif Bey ile. Çarpıcı, acıklı ve yine net bir son ile tamamlıyoruz romanı. Durum analizlerinin bolca yer aldığı son kısımda Avrupai bir ortamdan memleket topraklarına dönüş, yerel entrikalar (Enişteler) ve yurdum halleri anlatılıyor yine çok kaliteli bir dille.
Tekrar tekrar okunası bir başucu eseridir Kürk Mantolu Madonna. Henüz okumayan var ise vakit kaybetmeden edinmeli ve dünya çapındaki bu yerli eseri okumalıdır. Muazzam.
Bir rivayete göre Nazım Hikmet, Ali’ye, psikolojik çözümlemelerle dolu birinci bölümü (Raif Efendi’nin defterine kadar olan bölüm) bir aşk hikâyesine harcadığı gerekçesiyle, sitem eder.
Efendim, Sabahattin Ali ile ilk tanışmam Kürk Mantolu Madonna ile geç de olsa oldu çok şükür. Kitabı ilk defa elime aldığımı, "nasıl bir romanmış acaba?" dediğimi ve gecesine varmadan yarısını tamamladığımı hatırlıyorum. Kitabı bitirdiğimde Nazım Hikmet'in ellerinden öpmek ve yorumu için takdir etmek istedim.
Öncelikle mükemmel bir roman ya da uzun hikaye. Tek bir parçadan oluşuyor, ara bölümler ya da kopmalar yok, zaten topu topu 160 sayfa, okumaya ara vereyim deseniz "şu bölümü de bitireyim sonra" diyeceğiniz bir es yok, bu yüzden sürükleyici biraz da, bu yüzden bir oturmada bitirilmesi gereken bir kitap. Çok çarpıcı tasvirlere sahip, bir insanın bu denli iyi gözlemci olması beni çok şaşırtmıştı, karakter tahlilleri ve bunun naifçe dile getirilişi ustalık örneğidir zannımca. Kesinlikle zorlayıcı cümleler içermiyor, arada eski kelimeler olsa da yayın evinin ustaca dip not düşümleri ile farkına bile varmıyorsunuz (YKY).
Kitabı üç kısıma bölmek gerekirse;
1. "Halbuki o hiç de fevkalade bir adam değildi. Hatta pek alelade, hiçbir hususiyeti olmayan, her gün etrafımızda yüzlercesini görüp de bakmadan geçtiğimiz insanlardan biriydi. Hayatının bildiğimiz ve bilmediğimiz taraflarında insana merak verecek bir cihet olmadığı muhakkaktı. Böyle kimseleri gördüğümüz zaman çok kere kendi kendimize sorarız: ‘Acaba bunlar neden yaşıyorlar? Yaşamakta ne buluyorlar? Hangi mantık, hangi hikmet bunların yeryüzünde dolaşıp nefes almalarını emrediyor?’"
Bir çay kaşığı kadar anlamlı olmayan varlığıyla Raif Efendinin karakteri ve kim olduğundan önce neye dönüştüğünün analizidir ilk kısım. Nazım Hikmet'in yorumunu takdir etmemi sağlayan ve Sabahattin Ali'nin kaleminin gücünü gördüğüm kısımdır da aslında. Net ve çarpıcı biçimde anlatılır Raif Efendi. Ancak anlatımda aşağılama yoktur, yalnızca insani bir sorgulama vardır. Bu yüzden okuyucuya yakındır dili, çünkü okuyucunun gündelik hayatta böyle bir adamla karşılaştığındaki tepkisini kaleme almıştır Ali, okuyucu ise hissettiklerinin bu kadar doğru yazılabileceğinin şaşkınlığına gark olur ve ön yargıları birer birer ustalıkla yıkmayı başarır Sabahattin Ali.
2. "Hayır dostum hayır!" diyordu. "Aşk hiç de sizin söylediğiniz basit sempati ve bazan derin olabilen sevgi değildir. O büsbütün başka, bizim tahlil edemediğimiz öyle bir histir ki, nereden geldiğini bilmediğimiz gibi, günün birinde nereye kaçıp gittiğini de bilemeyiz. Halbuki arkadaşlık devamlıdır ve anlaşmaya bağlıdır. Nasıl başladığını gösterebilir ve bozulursa bunun sebeplerini tahlil edebiliriz. Aşka girmeyen şey ise tahlildir. Sonra düşünün, dünyada hepimizin hoşlandığı birçok kimseler, mesela benim hakikaten sevdiğim birçok dostlarım vardır. Şimdi ben bütün insanlara aşık mıyım?
Ben fikrimde ısrar ederek:
"Evet" demiştim. "En çok sevdiğinize hakikaten ve diğerlerine birer parça aşıksınız!"
İkinci kısımda ise Raif Bey'in neden Raif Bey'e dönüştüğünü adım adım takip ediyoruz. Maria Puder ile tanışmasını, aşık olmasını ve aşkın ürkekçe gelişimini okuyoruz. Bu kısım ilk başladığında ilk bölümden tatlar taşısa da ilerledikçe maalesef bu lezzeti yitirmeye başlıyor. Sabahattin Ali bir insanı ya da olayı dışarıdan çok çok güzel analiz edip anlatabilirken, olayı yaşayanların dilinden aynı şıklıkla anlatamıyor. Belki ısmarlama bir aşk hikayesi olup da zorla yedirilmiş olmasından kaynaklıdır diye düşünmeden edemiyorum. Çok sakin, sıradan ve çarpıcı olmayan bir hikaye anlatılmaya çalışılıyor. Analizler yerini gündelik hareketlere ve işlere bırakıyor, zihinlerde dolanan fikirler, sokaklarda dolaşan aşıklara devroluyor. Ancak bu, her halükarda kitabın en iyi eserlerden biri olmasına mani olabilecek bir probleme dönüşmüyor ve hikaye son kısıma geçerek toparlanıyor.
3. "Trenin hareket saati gelmişti. Bir memur vagon kapısını örtüyordu. Maria puder merdiven basamağına atladı, sonra bana eğilerek, yavaş bir sesle, fakat tane tane:
-"Şimdi ben gidiyorum. fakat ne zaman çağırırsan gelirim" dedi.
Evvela ne demek istediğini anlamadım. o da bir an durdu ve ilave etti.:
-"Nereye çağırırsan gelirim!"
****
"Belki bu da kafiydi. Bir insana bir insan herhalde yeterdi. Fakat o da olmayınca? Her şeyin bir hayal, aldatıcı bir rüya, tam bir vehim olduğu ortaya çıkınca ne yapılabilirdi? Bu sefer inanmak ve ümit etmek kabiliyetini ben kaybetmiştim. İçimde insanlara karşı öyle bir itimatsızlık, öyle bir acılık peyda olmuştu ki, bundan zaman zaman kendim de korkuyordum. Kim olursa olsun, temasa geldiğim herkesi düşman, hiç değilse muzır bir mahluk telakki ediyordum. Seneler geçtikçe bu his kuvvetini kaybedeceğine şiddetlendi. İnsanlara karşı duyduğum şüphe, kin derecesine çıktı. Bana yaklaşmak isteyenlerden kaçtım. kendime en yakın bulduğum veya bulacağımı zannettiğim insanlardan en çok kaçıyordum. “O bile böyle yaptıktan sonra!..” diyordum…"
Son bölüm, tekrar en başa, tanıdığımız Raif Bey'e döndüğümüz bölüm. Ancak artık Raif Bey'in bu umursamazlığının ve varlığının anlamsızlığının neden olduğunu biliyoruz ve aynı anlamsızlığı taşıyoruz okuyucu olarak. Çünkü Maria Puder'in aşkını paylaşıyoruz Raif Bey ile. Çarpıcı, acıklı ve yine net bir son ile tamamlıyoruz romanı. Durum analizlerinin bolca yer aldığı son kısımda Avrupai bir ortamdan memleket topraklarına dönüş, yerel entrikalar (Enişteler) ve yurdum halleri anlatılıyor yine çok kaliteli bir dille.
Tekrar tekrar okunası bir başucu eseridir Kürk Mantolu Madonna. Henüz okumayan var ise vakit kaybetmeden edinmeli ve dünya çapındaki bu yerli eseri okumalıdır. Muazzam.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)