27 Nisan 2013 Cumartesi

Gezgin / Paylaşımın yeni adresi

Araf Yayınlarından Halil Cibran serisine devam ediyorum. Bu kez durağım "Gezgin". Ercan Güneş'in Türkçe'ye çevirdiği bu eser, az sonra paylaşacağım tarifi mümkün duygular uyandırdı bende. Yazıya devam etmeden önce belirteyim, yaptığım araştırmalar, maalesef kitabın bu çevirisinin pek de başarılı olmadığını, Cibran'ın şiirselliğinden eser taşımadığını gösterdi.
Misal şuradaki tat yok: http://tr.wikiquote.org/wiki/Halil_Cibran

Öncelikle yazılana duyulan saygının yazara da duyulması gerektiğini belirtmem gerek. Alıntı yapayım derken çalma eylemine girilen bir dünyada yaşadığımız malumunuz. İnternetin olmadığı, henüz topluluklar halinde değilde kişisel aydınlanmalar yaşadığımız dönemlerde çok da farkında değildik, ya da nadiren rastlaşıyorduk bu tür durumlarla. İnternet hayatımıza davetsizce girdi, "neymiş bu internet denen şey" deyip bir heves "e" ikonuna tıklayıp başladık yalan yanlış bilgileri kabullenmeye. Sonra popüler olma furyası çıktı başımıza, sınırsız ve sualsiz paylaşım yapma, takipçi edinme tutkusu sardı dört bir yanımızı. Kullanıcıların %60'ı düşünmeden düşünürlerin düşündüklerini sanki kendileri düşünmüş de milleti de düşündürmek istiyorlarmış gibi gökten yağdırdılar cümleler halinde. Geri kalan akıllılar da kuyudan taş çıkarma eylemine girişmeye üşendiler belli ki, öyle ya "Bak o öyle değil" diyenlere "Entel" denirdi ve bu topraklarda "Entel, dantel" işlerle uğraşmak erkeği bozardı. Sonra herkes bir tık kadar uzak olan "paylaş"ı tıklar oldu, kim demiş ne demiş niye demiş nerede demiş araştırmadan.

Bilgi kirliliği doğdu böyle böyle, hem de başını alamayacağımız şekilde, toparlanamayacak kadar yığılı ve bir kere bilgileneni yanlış bilgiyle yaşatacak şekilde büyüdü. Kitap eleştirelim derken nereden mi geldik bu konuya? Hemen anlatayım:


İstiridyenin biri diğerine dert yanar: ''içimde yuvarlak ve ağır birşey var, bana acı veriyor''
Diğeri kibirli bir memnuniyet içinde: ''Şükürler olsun ki içimde hiçbir sıkıntı yok, hem içimde, hem dışımda mutlu ve bütünüm".
O sırada oradan geçen yengeç şöyle der: ''Evet mutlusun halinden ve bütünsün. Ama şunu söylemeliyim ki diğer istiridyenin çektiği acının sebebi içindeki eşsiz güzellikteki incidir..."



Bu hikayeyi bilmeyeniniz yoktur. Ben de kaç kez duydum, okudum "internetten". Ancak bir kez olsun kime ait olduğunu ne gördüm paylaşımlarda ne de sorguladım. Ta ki bugün "Gezgin"i okuyana kadar. Okuduğum anda garip bir hisse kapıldım. Bir bahçeye girip erikleri yerken bahçe sahibinin gelmesi gibi bir duyguydu. Utandım. Halil Cibran ile "Ermiş" kitabıyla buluştuğumu zannederdim ancak aslında çok çok önceleri okumuşum yazdıklarını. Araştırmış olsaydım çok daha öncesinden hakkını vererek biliyor olacaktım bu değerli yazarı.

"Geç olsun da güç olmasın", "Zararın neresinden dönersen kardır" atasözlerine boyun eğerek çevirdim sayfaları. Şimdi de sıra geldi eleştirmeye.

"Varlığı dert yokluğu yara" olan internette ünlü düşünürlerin sözleri önce insan kaynakları sayfalarında, sonra da bütün internet kullanıcılarının paylaşımlarında görünür olduğundan beridir bende bu tür paylaşımlara karşı bir beğenmeme psikozu belirdi. Hani en kral cümleleri koysan dönüp bakmayacak seviyeye geldim. Bu kitapta anlatılanların çoğu da böyle, sosyal mesaj / kişisel gelişim içerikli yazılar olduğundan sanırım bir türlü beğenemedim. Ha diyeceksiniz ki "O kadar mı kötü?", kesinlikle hayır. Yazılanlar oldukça güzel ve düşündürücü ancak bu sosyal mesajlara her gün Facebook sayesinde doyduğum için aklım tok durumda.

Kitap genel olarak farklı bakış açılarına eğilmiş durumda. Hikayelerde ortada hep bir olay var ve ona bakan herkes farklı değerlendiriyor. Kitabı okurken bir insan davranışını daha tespit etmiş oldum, bir anlatıda ard arda 2 farklı kişinin davranışından bahsederseniz beyin otomatikman ilk anlatılanın yanlış olduğu algısına kapılıyor. Cibran da kimi hikayesinde bu taktiği uygulayıp ilkini haklı çıkarıyor.

Kitapta hiç anlam veremediğim, bir yere bağlayamadığım hikayeler de mevcut, bunlarda iki okumadan sonra anlayamıyorsam zorlamama metodunu uyguladım, suçu çeviriye de atabilirim tabi :/

Söylediklerimi kötü olarak algılamayın, "Gezgin" kitaplığınızda bulunması gereken kitaplardan.

15 Nisan 2013 Pazartesi

Ermiş / The Prophet - Cibran'ın mirası

Halil Cibran'ın ilk okuduğum kitabı oldu Ermiş (The Prophet). Okumama vesilen olan, Cibran ile tanışıklığımı sağlayan kıymetli insana teşekkür ederim. "Baş ucu kitaplarımdandır" demişti, bu sözü gerçekten hak eden bir kitap.

Önce Halil Cibran'dan bahsetmekte fayda var. Cibran, 1883 yılında Lübnan'da dünyaya gelmiş. 1902 - 1908 yılları arasında resim yaparak hayatını kazanmış, 1908 - 1911 arasında Paris'te heykeltraşlık eğitimi almış. 1918'de ilk kitabı The Madman / Deli, 1923'te de The Prophet / Ermiş'i yazmış. Farklı sanat dallarını tecrübe etmiş, fikri gelişmiş bir hayli.
1931'de acı bir şekilde yoksulluk içinde, birden çok hastalıkla boğuşarak hayata veda etmiş. Cibran ismini duymamam benim ayıbım. Çünkü Halil Cibran, Shakespeare ve Lao-Tzu'dan sonra en çok satan şairler sıralamasında üçüncü imiş.

Sefalet içinde ölmek, eskiden yazarların kaderi imiş galiba. Nedense aklıma bu yazarlar için, "Kör ölür badem gözlü olur, kel ölür sırma saçlı olur" atasözü geliyor. Bir kerede vaktinde kıymet bilselermiş o zamanın insanları, ne iyi olurmuş. En azından adamlar biraz gün görürdü.


Ermiş, Orphalese kentinden ayrılmakta olan El Mustafa'nın ayak üstü anlattıklarından oluşan bir kitap. Her bir satırı üzerine oturulup tartışılabilir. Cibran, 30 yaşında iken kaleme almış ancak anlattıkları daha yaşlı bir insanın söyledikleri gibi.


birbirinizi sevin, ama sevginin üzerine bağlayıcı anlaşmalar koymayın, 
bırakın yüreklerinizin sahilleri arasında gelgit çalkalanan bir deniz olsun sevgi 
birbirinizin kadehini onunla doldurun ama aynı kadehe eğilip içmeyin, 
ekmeğinizi bölüşün, ama aynı lokmayı dişlemeye kalkmayın, 
şarkı söyleyin, dans edin, eğlenin birlikte, ama ikinizin de birer yalnız olduğunu unutmayın, 
çünkü lavtadan dağılan müzik aynı, ama nağmeleri çıkaran teller ayrıdır, 
yüreklerinizi birbirine bağlayın ama biri ötekinin saklayıcısı olmasın, 
çünkü ancak hayat'ın elidir yüreklerinizi saklayacak olan, 
hep yanyana olun, ama birbirinize fazla sokulmayın, 
çünkü tapınağı taşıyan sütunlar da ayrıdır, 
çünkü bir selvi ile bir meşe birbirinin gölgesinde yetişmez....


Kitap şahane, hani üzerine çok fazla konuşmaya bile gerek yok. Ancak okumalarım esnasında fark ettiğim durum önemli. Kitap eğitim amaçlı yazılmış gibi, sürekli her satırında dolu dolu mesaj var, ancak mesajlar bu kadar ardı ardına sıralanınca insan ister istemez "bir önceki satır daha güzeldi" diyebiliyor istemsiz olarak ve bir beklenti içine giriyor, "daha güzel satırlar var mı?" diye. Ne zaman not alayım dediysem sonunda hiç bir şey yazamadığımı gördüm. Evet, bütün satırlar tek başlarına anlamlı, ancak bu kadar güzel bir arada olunca, söz kendinden bir şey kaybetmese de görünürlüğünü yitiriyor. Hani daha uzun bir kitabın satır aralarına dağıtılsalar tek tek altlarını çizebilirdik, ve okuyucu olarak bizler daha çok sahiplenebilirdik.

Facebook ahalisi anladığım kadarı ile Mevlana'dan geçip Cibran'a gelememiş daha, gelseler onlar için şahane bir hazine, Ermiş.

Kitabın sayfa sayısını görüp "Dur bi okuyup bitireyim şu Ermiş'i" diyenler olacaktır illaki, ikaz ediyorum şimdiden, arkadaşım iki dakika soluklanın hele. Ermiş, öyle hemen okunup bitirilecek bir kitap değil. Kısım kısım okuyun, düşünün, hazmedin. Nasıl ki soluksuz uzunca bir muhabbetten geriye akılda en fazla bir kaç cümle kalır, öyle okursanız sizin de alacağınız o bir kaç cümleden fazlası değildir. Kurgudan daha çok gerçek hayat yansımaları olan bir kitap bu, haliyle biraz kendi yaşamınızı göz önüne getirip değerlendirmeniz lazım.

Okudum, tasdik ettim. Ermiş, güzel kitap :)

unutmayın ki edep, saf olmayanların gözüne karşı bir kalkan demektir.
ve saf olmayan artık kalmadığında edep bir bukağı ve bir zihin kirlenmesinden başka nedir ki?
ve unutmayın ki toprak çıplak ayağınıza dokunmaktan keyif duyar ve saçlarınızla oynaşmayı arzular rüzgârlar.

*****


Çalışmak, sevginin göze görülebilen şeklidir.
Eğer işinize sevgiyle değil de isteksizlikle sarılmışsanız o zaman işinizi
bırakın ve tapınağın kapısı önüne çöreklenip sevgiyle çalışanların
önünüze atacakları sadakaları toplayarak geçinin, daha iyi.
Çünkü, eğer ekmeği içine sevgi katmadan, ilgisizce pişirirseniz, yiyecek
olanların ancak yarı açlığını giderebilecek acı bir ekmek yapmış
olursunuz.
Eğer üzümlerinizi içine ağız-tadı katmadan, kinle damıtmışsanız, şarabınızdan içecek olanın kadehine zehir akıtmış olursunuz,
Ve eğer, meleklere özenircesine şarkı söyleyip de gerçekte içinizden şarkı
söylemeyi sevmek geçmiyorsa, insanların, gecenin ve gündüzün seslerini
duyacak kulaklarını tıkamış olursunuz.



Follow my blog with Bloglovin

14 Nisan 2013 Pazar

O yer


Kırıldığım yerler sızlıyor sende
affet!
balık istifi düşlerim
sana dokunduğum yerde

FC / 14.04.2013

12 Nisan 2013 Cuma

ahirim sensin



Bir tele dokunur önce, yıllar titrer, yollar titrer... Nice yaşanmışlıklar birer oyuk açmıştır sözcüklerinde, nice hüzünlerle dökülen yaşlar doldurmuştur oyukları, kaderden değil kederden alacaklıdır sevinçleri. Bir tele dokunur önce, kelimeler titrer, dinleyen titrer...

Söyleyen, söylediğiyle kalmaz, çığırdıkça duyulur da söylettikçe yaşar, kandırma bizi, kim inanır öldüğüne Neşet Ertaş!

7 Nisan 2013 Pazar

Ayan Beyan


Ellerin düşerken avuçlarımdan
çoktan göğü sarmıştır yağmurun heyecanı
ve titrek bir sözcüktür sevmek
gözlerin çekilirken kıyılarımdan

en güzel namedir çalan vapurun düdüğü
sen vazgeçince yalnızlıktan

Bir görünür bir kaybolur güneş
yollar uzadıkça uzar gölgelerde
vuslat çaresizliğin diğer adı mıdır?
gönlümü terketmek isterken ellerinde

aslında bir çaredir, çaresizlik
söyleyecek söz, nihayete erdiğinde

Bir hüküm gibi yazılıdır, yaşanacak olan
suskunluk, en tuhaf organı cümlelerin
bir bakışta gizlemiş Yaratan, meçhulü.
tek bir bakışta tamamlanır eksik olan

Rüzgar çalacak, dallar söyleyecek sana
güftelerimi, kulak ver, ayan beyan. 

F.Ç. / 07.04.13

6 Nisan 2013 Cumartesi

Gregor Samsa bir sabah uyandığında... / Dönüşüm

Orjinal adı Die Verwandlung olan Metamorfoz/Dönüşüm/Değişim olarak da bilinen Franz Kafka'nın en çarpıcı eseri. Diğer kitaplarını okumadım henüz ama genel görüş bu yönde. Yıllar önce Kağan ile muhabbetini yaptığımızı hatırlıyorum, "çok güzel, mutlaka oku" demişti, "ne anlatıyor?" dediğimde ise "Samsa diye bir adam var ve sabah uyandığında böceğe dönüşüyor" demişti, kitap hakkında ipucu verdiğini düşünerek kızmıştım ilkin, ta ki bugün kitabı alıp ilk cümleyi okuyana kadar.

İnsanın hayatında en az bir tane pot kıran ve sözünü esirgemeyen dostu vardır ve zaman zaman düşünmeden pat diye kötü haberi verir. Kafka da öyle patavatsız ve sözünü esirgemeyen bir yazar anlaşılan. Kitabın ilk cümlesi:
"Gregor Samsa bir sabah huzursuz düşlerden uyandığında, kendini yatağında dev bir böceğe dönüşmüş olarak buldu."

Kendimi bir yazar olarak hayal ediyorum, ilk cümle çok mühim, ne anlatabilirim? Belki olayların geçeceği mekanın tasviri ile başlamalı söze, havadan, sudan, mevsimden bahsetmeli belki, öyle ya konuya hemen girip okuyucuyu sıkmaya, hikayeyi zora sokmaya gerek var mı? Asıl ağır ve temel mevzular gelişme bölümünde olmalı, ki okuyucu takip edebilsin konuyu. Hımmm, mantıklı. İllaki bir giriş, gelişme, sonuç sıralaması olacak, hikaye dediğin böyle olmalı.

Bir de Kafka'yı bu kitabı yazarken hayal ediyorum. Daha doğrusu edemiyorum :/ ilk cümlenin yıkıcı, son cümlenin bu kadar kayıtsız olmasını izah edemiyorum. O zaman bakış açısını değiştirmek gerek. Neydi elimizdeki klasik öykü sıralaması? Giriş, Gelişme, Sonuç. Eğer ilk cümle Giriş ve son cümle Sonuç bölümü ise geri kalan her şey Gelişme bölümü oluyor. Evet, başlangıç ve bitiş bu kadar net aslında, kitap sadece Gelişme bölümünden ibaret. Ve Gregor Samsa ne kadar ana karakter olarak görünse de, gelişmeye ve ana fikri vermeye yönelik ortaya konulan bir malzemeden, sahneden ibaret. O zaman hikayede anlatılan da geri kalan her şey olmalı, yani Dönüşüm, Samsa'nın bir böceğe dönüşmesinden öte bir şey, Samsa'nın dışındaki her şeyin dönüşümü demek oluyor.

Hikayede "Böceğe dönüşmek" olarak bahsi geçen şey bir sembol, bir imge. Buna mühendislik yaklaşımı ile X dersek bir tek hikayeden N tane farklı hikaye okuyor durumuna gelebiliriz. Misal, Samsa'nın ciddi bir kaza geçirip yatalak bir hastalığa yakalandığını düşünün ve X kısmına "Yatalak hasta"yı koyun, geri kalan hikayede ufak tefek rütuşlarla aynı ana hatları rahatlıkla tekrarlayabilirsiniz. Çünkü dönüşüm, ailenin, içerisinde bulunan bir bireyinin dönüşümünü kabul edememesinden ibaret. Bana Balzac'ın "İnsanlık Komedyası"ndan bir parça gibi göründü bu hikaye.

Her romanın bağlantılı olduğu, en azından ilham aldığı bir gerçek yaşam öyküsü vardır. Bu roman için de kimisi Kafka'nın babasının bir mektubunda "Sen bir boceksin, parazitsin ailenin sirtinda" demesine bağlıyor, diğer çoğunluk ise Kafka'nın aslında "Sanayi Devrimi"ne göndermede bulunduğu için böyle bir kitap yazdığı görüşünde. Her ikisinin de doğruluk payı olabilir. "Sanayi Devrimi" kitabın ilk sayfalarını ve son sayfasını okuyanlar için daha mantıklı görünüyor. Hele ki ilk böceğe dönüşme aşamasında Samsa'nın işi düşünüp, ne olacağını, patronunun nasıl tepki vereceğini düşünmesi en sağlam delil olsa gerek. Ancak Dönüşüm'de Kafka bir başkasından daha çok kendini tasvir etmiş ve babasına kendisini kabul ettirememesini edebi bir yolla anlatmıştır. Hatta "Yargı" adlı kitabında bu etkinin daha belirgin olduğu söylenir. "Babaya mektup" ile baba-oğul ilişkisini sorgulamayı sürdürmüştür.

Kitabın en ilginç yanı aile bireylerinin Samsa'nın bir böceğe dönüşmesini yadırgamamış olmaları. İnsan bir şok olur, değil mi? Aile, sadece görmezden gelme ve iğrenme hissine sahip oysa, sorgulamıyor, sahiplenmiyor ya da veryansın etmiyor olanlar karşısında.

Uzun zamandır tasvir gücü bu denli yüksek bir kitap okumamıştım. Sıkmayan ve net olmaya çalışan, okuduğunuz her satırı hayal gücünüzde canlandırmanıza fırsat veren bir yazım dili var. Çok sayfalı romanlardan korkanlar için de tam bir ilaç, toplamda 80 sayfa.

Kafka, zamanında bu kitabı basmak isteyenlerden özellikle kitap kapağında böcek göstermemelerini ister, bu kitapta anlatılanın böcekten öte bir şey olduğunu söylermiş.

Kafka ölmeden önce dostu Max Brod'a, bütün eserlerini yakmasını söylemiş. Ben de kitabın ön sözünde olan cümle ile yazımı tamamlıyorum:

Max Brod'a...

Kafka'nın vasiyeti hilafına,
bu büyük yapıtları yakmayarak
bize ve insanlığa kazandırdığı için...