2000'li yılların başındaydık, metiskitap.com'un sitesini hazırlıyorduk o zamanlar, testlerimizi yaparken bir çok kitapla karşılaşıyorduk haliyle. O kadar kitap arasında "Sana gül bahçesi vadetmedim" isim olarak en çok dikkatimi çekenlerdendi. Hareketli bir cümle idi, vadedilmiş bir şeyler olduğu kesindi ama imkansızı vadetmediğini söylüyordu kitabın adı. Bir umut vardı isminde ve olumsuzluk ekinin getirdiği bir hüzün vardı. Bu şiirsel cazibeye dayanamayıp 22.01.2007'de kitaplığımda bulunması için satın almıştım.Gel zaman git zaman 3-4 defa elime alıp okuma gayreti gösterdimse de her defasında bırakmıştım.
Bu kez bitirebilmenin haklı gururuyla yazıyorum bu satırları. Bitirmeme vesile olan güzel insana da can-ı gönülden teşekkür ediyorum.
Kitabın eleştirel yorumlarını okuduğunuzda aklınızda bir soru işareti beliriyor, "Acaba zaman kaybı mı olacak?" diye. Çünkü kitap Joanne Greenberg'in en iyi yapıtları arasında gösterilse de eleştirmenlerin bir kısmı "roman" özelliklerini taşımadığını yani hakikaten kurgusal bir kitap olmadığını söylüyor. Mesela 1964'te Haskel Frankel demiş ki "Hannah Green yapıtına roman demeyi seçmişse de, Sana Gül Bahçesi Vadetmedim'i bir kurmaca ürünü olarak övmek güç. Yapıt bir roman olarak yetersiz; ancak kurmaca dışı bir yapıt olarak, büyük bir dürüstlükle anlatılan ve belleklerde yer eden bir akıl hastalığı öyküsü". Kitabı okuyup bitirdiğimde bu tür eleştirilere ciddi anlamda katıldığımı söyleyebilirim.
3-4 defa başlayıp bırakmamda kitabın dili ve anlattığı şeyler cazip gelmediğinden ve bir romanda bulunması gereken çekiciliği barındırmadığından belki de çok zorlanmıştım. Yeniden, bu kez bitirmek amaçlı başladığımda da, yine aynı sorunsalla karşılaştım. Kitap Greenberg'in öz yaşam öyküsünden uyarlandığı için ve işin içerisinde "akıl hastalığı" gibi genelde "normal" insanların görmezden geldiği bir konuyu ana tema seçtiği için son 100 sayfasına kadar kendimle cebelleştim. Bunda biraz da çevirmenin rolü var tabi, Nesrin Kasap'ın çeviride seçtiği kelimeler zaman zaman tuhaftı ve bu kelimelerin fazla tekrarı okuyanda "aynı cümleyi tekrardan mı okuyorum acaba?" gibi bir ikileme düşürüyordu.
İçerik olarak takip etmesi ve özümsemesi zor bir kitap, haliyle okuması da bir hayli zor. Bir sona sahip değil desek yeridir, çünkü akıl hastanesinde yaşananlar "iyileşme sürecinin" sürekli tekrarlarından ibaret. Zaten "iyileşme" de "normal" insanların asla kabul etmeyecekleri ve hep tereddüt edecekleri bir iyileşme. Kitabın altını çizdiği en önemli mesajlarda biri de buydu zaten: Normal ve anormal insanların birbirine bakışı.
Kitap şizofreni hastası Deborah Blau'nun çoğunluğu akıl hastanesinde geçen akli yolculuğunu anlatıyor. Kitabı okuyan ve yahut "Rain Man" gibi filmleri izleyenlerin ortak görüşü, dahilik ile delilik arasında çok ince bir çizginin olduğudur. Burada "delilik" daha çok "dahilik"e fonetik olarak uyması için bulunan bir kelime, akıl hastalığı da en az nezle olmak kadar herkes için olası bir hastalıktır. Tıpkı "Her özgür insan bir mahkum adayıdır" demek gibi. İnsan yaşamı boyunca kimseyi yadırgamamalı ve bir gün kendi başına da gelebileceğini düşünmelidir.
Kitabın en önemli özelliği hastaların gözünden hikayeyi anlatıyor olması. Bunda Greenberg'in tecrübelerinden yola çıkıyor olmasının büyük bir payı var. Kitap boyunca bir şizofreni hastasının gözünden olayları görüp zaman zaman "normal" insanlardan uzaklaşasınız geliyor. Diğer romanlarda görsel tasvirler ağırlıkta olurken (en azından benim okuduklarımda), bu kitapta fikirsel tasvirler çok daha ön planda, hatta bir çok yerde mekan ya da karakter tasvirlerinin üzerine çıkacak kadar çok, böylece olayların geçtiği yerleri ve kişileri hayal etmeyi zorlaştırıyor olması bir dezavantaj.
Neticede güzel bir gerçek yaşam uyarlaması ancak roman kurgusu ve anlatımından uzak. Tekrardan okuma isteği uyandıranlardan değil ama bir kez okunduktan sonra da akıllarda yer edecek kadar etkili, doğru ve düzgün bir kitap. Zamanı olanlar ve hemen pes etmeyenler için tavsiye edilebilir.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder