10 Aralık 2011 Cumartesi
Cümle mezarlığı
Ne çok cümle var sıraya geçen, anlatılmayı bekleyen. Anlamı çalınan, sırası geldiğinde zamanın anlamsızlaştırdığı ne çok cümle. Her şey henüz anlam ifade ederken dile getirilmeli, mevsiminde dile düşmeli sözcükler. Hepsinin bir ömrü vardır, son nefesi vermeyi beklerler tıpkı bizim gibi.
Mezara bırakılmış çiçek anlam ifade etmez ölene, zamanında anlatmalı sevdiğini saydığını. Veda sözcükleri gereksizdir, çok önceden göstermeli ederini de kederini de, kalanın kendini avutmasıdır söylenen her şey, gidenin ayakları altında yok olmaktır. Dökülen her bir gözyaşı vaktin ne kadar geç olduğunu anlatır, ve ardından ağızdan çıkan her söz cesedidir zamansız ölen cümlelerin.
Zamanında söylenmeli her şey, zamanında yaşanmalı. Kibre, gurura, korkaklığa aldanmamalı.
24 Kasım 2011 Perşembe
Knock out
En güçlü olduğun an, kaybetmeye en yakın olduğun andır. Bu yüzden bütün boks filmlerinde baş rol oyuncusu önce dayak yer ölesiye, sonra kazanır.
Dünyayı kusacakmışsın gibi hissetsen de, filmin sonunda ayakta kalabilmekte bütün mesele.
Dünyayı kusacakmışsın gibi hissetsen de, filmin sonunda ayakta kalabilmekte bütün mesele.
20 Kasım 2011 Pazar
Düzgün Türkçe kullan!
Beni oldukça rahatsız eden bir konuyu ele alacağım bugün. Gördüğüm kadarı ile ergenlikten çoktan çıkmış insanların hala ergen tavırlarıyla Türkçe'yi katletmeleri dayanılmaz noktalara geliyor. Küçük büyük harf karışık yazanlar (NaBeR), harf düşürenler (nbr), harf değiştirenler (walla), harf artıranlar (iiidir), tuhaf tuhaf gülenler (sdadsad), vs...
Bunu yapanlar ise maalesef en az 15 yıl Türkçe eğitim almış, bu ülkenin, ailesinin kaynaklarını tüketmiş kişiler. Muhtemelen bu yazıyı okuyanların bir çoğu da aynı kategoriye giriyor. Arkadaşlar düzgün yazmak için vaktiniz mi yok? Kimse sizden edebi metinler yazmanızı beklemiyor. Doğru düzgün cümleler kurabilecek bilgiye mi sahip değilsiniz? Nokta ile virgülün, sesli ile sessiz harfin farkının tekrar tekrar anlatılması mı gerekiyor?
Dilini kaybeden bir millet bütün varlığını kaybetmeye mahkumdur. İnanın, dili bu şekilde kullananlar ile iletişim kurmak artık ızdırap gibi geliyor. Yıllarca Türkçe eğitim almış, ana dili Türkçe olan insanların bu kadar gevşek davranmaları, onları okutmak için tonlarca kaynak ayıran ülkeye ve ailelere atılmış bir kazıktan başka bir şey değil.
Kendi dilini özenli kullanmak ihtiyaçtan çok zorunluluktur. Doğru düzgün cümle kuramayan insandan ne çalışan olur, ne sevgili. Aynı özensizliği hayatının başka yerlerinde de gösteriyorsa vay haline!
Sadece biraz özen gösterin yeter!
18 Kasım 2011 Cuma
Merdiven
kanasın
dilin de
kalan
yaşar
nasılsa
söz
verdim
giderken
suskunluğuna
git
sen
sensiz
olmaz mı?
13 Kasım 2011 Pazar
Ekşi Sözlük, Türk İnternet Sektörü için ne ifade ediyor?
2003 yılıydı sanırım, etrafımdan çokça duyardım adını ama girip bakmışlığım yoktu. Ofiste beraber çalıştığımız bir arkadaş Ekşi'de yazardı. O aralar kurcalamaya başladım okur olarak. Sonrasında boş vaktimin neredeyse tamamına yakınını burada geçirir oldum. O zamanlar daha doğaldı tabi, yazar sayısı az olduğundan olsa gerek içerikler çok daha kaliteli idi. Yazan, ne yazdığını, neden yazdığını bilirdi. Okuyan da hem bilgilenir hem keyiflenirdi. Güzel bir espri anlayışı vardı (Ekşi kültürünü benimseyenler hala devam ettiriyor).
Ekşi Sözlük, ilk Sedat Kapanoğlu tarafından bu maksatla yapılmamış olabilir ancak çok uzun zaman önce yerleştiği nokta aslında Web'in şu an bulunduğu nokta ile hemen hemen aynı. Sosyal medya ağırlıklı bir internet mecrasına Ekşi Sözlük neredeyse ilk açıldığı gün girmişti. Farkı, bunu herkesin kullanamıyor olmasıydı. Sadece bu da değil, internet üzerinde iş fikri geliştiriyorsanız ve fikirleriniz kullanıcı beslemeli içerik üzerine ise karşınızda hep Ekşi Sözlüğü bulursunuz. İçerik bazlı web, aslında Ekşi Sözlüğün parçalara bölünmüş halinden başka bir şey değildir. Sub-Etha ve yazarlara açık olan kısımları göz önüne aldığınızda, Wikipedia, Facebook, Twitter, vs...'nin aslında çıkış noktalarının Sözlükte çoktan var olduğundan emin olabilirsiniz.
Sedat Kapanoğlu, Windows'ta çalışmasa ve Ekşi Sözlük'e fikir geliştirmeye yönelse idi, Türkiye tarihinde bulunamaz bir başarıya imza atmış olurdu zannımca. Şu anda bile başarılılar arasında ilk sırada yer alıyor. Sözlüğün hala neredeyse ilk açıldığı günkü fonksiyonalitesi ile kalması Kapanoğlu'nun en büyük handikapı olsa gerek. Tabi düşündüğü ve haklı olduğu taraflar muhakkak vardır ancak bu kadar sadık kullanıcı ile çok daha büyük başarılara imza atmamak, ele gelen fırsatın kaybedilmesi demek olur.
Kapanoğlu'nun ısrarcı olduğu bir nokta var, çokça takdir ettiğim. Ekşi Sözlük'ü bir ticarethane'ye dönüştürmemeye çabalıyor ısrarla. Reklamlar ve kimi zaman yapılan organizasyonlar dışında para mevzusu gördüğüm kadarı ile vizyonuna hiç girmiyor. Mahkemelerle uğraşıyor, yaptırımlara karşı durmaya çalışıyor ama karşılığı bunca şeye katlanmaya değiyor mu kendisine sormak lazım (Bu noktada yazar Kapanoğlu'nun milyon dolarlar kazanmadığı düsturu ile yola çıkmıştır :) )
Kullanıcıları tarafından bu kadar aktif kullanılan bir site Sean Parker'ın elinde olsa neler yapabilirdi hayal dahi edemiyorum. Yerelden Global'e kesin açılırdı ama bir Facebook olur muydu bilmiyorum.
Bir kere şimdiye kadar kendi reklam alt yapısını mutlaka oturtmalıydı. Aracı firmaları aradan çıkarıp birebir kendisi yapmalı idi. Kullanıcı verisini iyi okumalıydı, boş vaktimin hala bir kısmını burada geçirdiğim düşünülürse benden alamayacağı veri yok. Ancak hala mütevazi takılmakta ısrar etmesi, sözlüğün geleceği açısından umut vaad etmiyor.
Ekşi Sözlük yönetimi bir şeyin farkına varmalı. Yazarlar, okurları çekmek ve içerik oluşturmak için olmazsa olmazlardır. Ancak Ekşi Sözlük'ü dünya çapında yer edindirecek finansal kaynağı sağlayacak olan okurlardır. Google+ vari bir deneme yapsa idi Kapanoğlu, anında kullanacak milyonlarca insan bulabilirdi, bir günde. Böyle bir güç Türk internet sektöründe kimin elinde varki?
Ekşi Sözlük, Türkiye'de internetin yüz akıdır. Ancak asla başarı yeterli gelmemeli. Çünkü çok daha iyisini yapabilecek birikime ve güce sahiptir. Bünyesinde muhteşem fikirler üretecek, gerçekleştirecek insanları barındırıyor ve hepsi Kapanoğlu'nun bir tek sözü ile harekete geçebilecek inanca sahipler.
Yolun açık olsun Sözlük.
Ekşi Sözlük, ilk Sedat Kapanoğlu tarafından bu maksatla yapılmamış olabilir ancak çok uzun zaman önce yerleştiği nokta aslında Web'in şu an bulunduğu nokta ile hemen hemen aynı. Sosyal medya ağırlıklı bir internet mecrasına Ekşi Sözlük neredeyse ilk açıldığı gün girmişti. Farkı, bunu herkesin kullanamıyor olmasıydı. Sadece bu da değil, internet üzerinde iş fikri geliştiriyorsanız ve fikirleriniz kullanıcı beslemeli içerik üzerine ise karşınızda hep Ekşi Sözlüğü bulursunuz. İçerik bazlı web, aslında Ekşi Sözlüğün parçalara bölünmüş halinden başka bir şey değildir. Sub-Etha ve yazarlara açık olan kısımları göz önüne aldığınızda, Wikipedia, Facebook, Twitter, vs...'nin aslında çıkış noktalarının Sözlükte çoktan var olduğundan emin olabilirsiniz.
Sedat Kapanoğlu, Windows'ta çalışmasa ve Ekşi Sözlük'e fikir geliştirmeye yönelse idi, Türkiye tarihinde bulunamaz bir başarıya imza atmış olurdu zannımca. Şu anda bile başarılılar arasında ilk sırada yer alıyor. Sözlüğün hala neredeyse ilk açıldığı günkü fonksiyonalitesi ile kalması Kapanoğlu'nun en büyük handikapı olsa gerek. Tabi düşündüğü ve haklı olduğu taraflar muhakkak vardır ancak bu kadar sadık kullanıcı ile çok daha büyük başarılara imza atmamak, ele gelen fırsatın kaybedilmesi demek olur.
Kapanoğlu'nun ısrarcı olduğu bir nokta var, çokça takdir ettiğim. Ekşi Sözlük'ü bir ticarethane'ye dönüştürmemeye çabalıyor ısrarla. Reklamlar ve kimi zaman yapılan organizasyonlar dışında para mevzusu gördüğüm kadarı ile vizyonuna hiç girmiyor. Mahkemelerle uğraşıyor, yaptırımlara karşı durmaya çalışıyor ama karşılığı bunca şeye katlanmaya değiyor mu kendisine sormak lazım (Bu noktada yazar Kapanoğlu'nun milyon dolarlar kazanmadığı düsturu ile yola çıkmıştır :) )
Kullanıcıları tarafından bu kadar aktif kullanılan bir site Sean Parker'ın elinde olsa neler yapabilirdi hayal dahi edemiyorum. Yerelden Global'e kesin açılırdı ama bir Facebook olur muydu bilmiyorum.
Bir kere şimdiye kadar kendi reklam alt yapısını mutlaka oturtmalıydı. Aracı firmaları aradan çıkarıp birebir kendisi yapmalı idi. Kullanıcı verisini iyi okumalıydı, boş vaktimin hala bir kısmını burada geçirdiğim düşünülürse benden alamayacağı veri yok. Ancak hala mütevazi takılmakta ısrar etmesi, sözlüğün geleceği açısından umut vaad etmiyor.
Ekşi Sözlük yönetimi bir şeyin farkına varmalı. Yazarlar, okurları çekmek ve içerik oluşturmak için olmazsa olmazlardır. Ancak Ekşi Sözlük'ü dünya çapında yer edindirecek finansal kaynağı sağlayacak olan okurlardır. Google+ vari bir deneme yapsa idi Kapanoğlu, anında kullanacak milyonlarca insan bulabilirdi, bir günde. Böyle bir güç Türk internet sektöründe kimin elinde varki?
Ekşi Sözlük, Türkiye'de internetin yüz akıdır. Ancak asla başarı yeterli gelmemeli. Çünkü çok daha iyisini yapabilecek birikime ve güce sahiptir. Bünyesinde muhteşem fikirler üretecek, gerçekleştirecek insanları barındırıyor ve hepsi Kapanoğlu'nun bir tek sözü ile harekete geçebilecek inanca sahipler.
Yolun açık olsun Sözlük.
8 Kasım 2011 Salı
Yetiştirdiğim en iyi nişancı vurdu beni
"ben seni hep sevgilim ben seni hep
yüzünden geçen dalgalardan okudum.
ellerine sevgi okudum gözlerine şefkat okudum
annen seni inkar etmişti
aldım etime dokudum." - Birhan Keskin
"dürtme içimdeki narı,
üzerimde beyaz gömlek var." - Birhan Keskin
En iyi aşk şiirleri, içerisinde aşk sözcüğünü barındırmayanlardır. Ucuza kaçmaktır "Seni seviyorum" demek. İçerisinde duygu barındırmaz, illaki söyleyenin yüzünü görmek gerekir, sözcüklerin yüzünde bıraktığı izleri, hissin varlığını sınamak gerekir. Haraç mezat satılmaz özden çıkan sözler.
Kazanılan mağlubiyetlere sahip çıkabilmekte yatar bilgelik. Ayrılık, kuvvetlendirir birliktelikleri. Bir şeyin yokluğunu bilmeden varlığına değer biçemezsiniz. Bilgelik, varlık ile sınanmaz, yokluğa tahammül edememektir bütün yok olmaların nedeni. Ayrılığa varmadan, aşka varamazsınız.
Aşkın ilk evresi rüyadır, sonrası hayal. Rüyadan uyandığınızda, hayalini kurmaya başlarsınız. Elinizden, gözünüzden, havadan, sudan bağımsızdır rüyalar. Maşuka iş düşmez aşk kalbe girdiğinde. Bir hayale tutunmak ancak erbabının işidir.
"yetiştirdiğim en iyi nişancı vurdu beni." - Birhan Keskin
6 Kasım 2011 Pazar
Baba ve oğul
Uzun zaman önce idi, hatırlamakta zorlandığım çocukluk anılarımdan belki de aklımdan ömrümün sonuna kadar çıkmayacak olanını paylaşmak istiyorum sizinle. Beni ben yapan an o andır, takdir edilmenin önemini anladığım hayatımın kilometre taşıdır herhalde.
Henüz 6-7 yaşındaydım. O zamanlar kömürlükler vardı, bodrum katında bütün daireler için odun, kömür, aletler, eve konulmayacak ıvır zıvırın saklandığı odacıklar vardı. Daha kış gelmemişti ama hazırlıklarına yazdan başlamıştık. Kömürlüğün ahşap kapısında klasik kilitlerden vardı, bir tarafında yarım daire şeklinde çıkıntı, diğer tarafında uzunca bir uzantı ve ucunda dairenin girebileceği delik olanlardan, asma kilit dairenin içinden geçince kilitlenenlerden, hatırladınız mı?
Yapacağımız iş çok basitti aslında. Gevşeyen vidaları sıkacaktı babam. Hemen yanında durmuş izliyordum ne yapacağını. Elinde tornavida, babam, dev adam, her şeyi bilen, süper kahraman. Baba işte ya, o yaşlarda mükemmelliğin sembolü, büyüyünce olmak istediğim tek insan. Sessiz sessiz izliyordum. Ne yaparsa doğru idi, öğrenmeye çalışıyordum yapabileceklerimi.
Vidaları sıkmaya devam ediyordu. Nereden aklıma geldi bilmiyorum, kilit sisteminin duruş şekli rahatsız etti ve babama "Baba, bunu kapının dışından taksak daha iyi olmaz mı?" dedim. Tamamen gayri ihtiyari olarak. 6 yaşında çocuğum daha, o zamana kadar öyle etliye sütlüye de karışmamışım, yemek vermişler yemişim, elimden tutmuşlar gitmişim, sus demişler susmuşum, konuş demişler konuşmuşum, ilk kez fikrimi beyan ediyorum, nasıl heyecanlıyım ama. Babam kapıya baktı, kilite baktı ve bir de bana. Gülümseyip "Aferin oğlum, çok doğru söyledin" dedi. Yok böyle bir mutluluk. Yetişkin gibi sözünün dinlenmesi, önemsenmesi bir çocuk için ne kadar önemli imiş işte o an anladım. Babam bütün kilit sistemini söküp dediğim gibi değiştirdi. Hani sadece lafta kalsa idi herhalde o kadar etki etmezdi, ama dediğimi yapmıştı ve fikrim fiilen kabul görmüştü.
Hiç unutmadım. Allah razı olsun babamdan, o gün o şekilde davranmasa idi belki de bugün sahip olduğum karaktere sahip olamayabilirdim. Çocuklar şekillendirilmeye hazır bir oyun hamuru gibiler, karakterleri tahminimizden çok daha küçük yaşlarda şekilleniyor, önemsemek, bir çocuğu çok daha hızlı geliştiriyor.
Sadece çocuklar için de geçerli değil aslında. Kendine güven eksikliği duyan arkadaşlarınıza kendilerini ispat etmek için fırsatlar tanıyın. Cevabını bildiğiniz sorular sorun, kendi başlarına doğruyu bulmalarına fırsat verin. Göreceksinizki karakterleri oturacak, güven duyulacak insanlar olacaklardır. En önemlisi de kendilerine güven duyacaklar, kararlarında tereddüt etmeyeceklerdir.
Henüz 6-7 yaşındaydım. O zamanlar kömürlükler vardı, bodrum katında bütün daireler için odun, kömür, aletler, eve konulmayacak ıvır zıvırın saklandığı odacıklar vardı. Daha kış gelmemişti ama hazırlıklarına yazdan başlamıştık. Kömürlüğün ahşap kapısında klasik kilitlerden vardı, bir tarafında yarım daire şeklinde çıkıntı, diğer tarafında uzunca bir uzantı ve ucunda dairenin girebileceği delik olanlardan, asma kilit dairenin içinden geçince kilitlenenlerden, hatırladınız mı?
Yapacağımız iş çok basitti aslında. Gevşeyen vidaları sıkacaktı babam. Hemen yanında durmuş izliyordum ne yapacağını. Elinde tornavida, babam, dev adam, her şeyi bilen, süper kahraman. Baba işte ya, o yaşlarda mükemmelliğin sembolü, büyüyünce olmak istediğim tek insan. Sessiz sessiz izliyordum. Ne yaparsa doğru idi, öğrenmeye çalışıyordum yapabileceklerimi.
Vidaları sıkmaya devam ediyordu. Nereden aklıma geldi bilmiyorum, kilit sisteminin duruş şekli rahatsız etti ve babama "Baba, bunu kapının dışından taksak daha iyi olmaz mı?" dedim. Tamamen gayri ihtiyari olarak. 6 yaşında çocuğum daha, o zamana kadar öyle etliye sütlüye de karışmamışım, yemek vermişler yemişim, elimden tutmuşlar gitmişim, sus demişler susmuşum, konuş demişler konuşmuşum, ilk kez fikrimi beyan ediyorum, nasıl heyecanlıyım ama. Babam kapıya baktı, kilite baktı ve bir de bana. Gülümseyip "Aferin oğlum, çok doğru söyledin" dedi. Yok böyle bir mutluluk. Yetişkin gibi sözünün dinlenmesi, önemsenmesi bir çocuk için ne kadar önemli imiş işte o an anladım. Babam bütün kilit sistemini söküp dediğim gibi değiştirdi. Hani sadece lafta kalsa idi herhalde o kadar etki etmezdi, ama dediğimi yapmıştı ve fikrim fiilen kabul görmüştü.
Hiç unutmadım. Allah razı olsun babamdan, o gün o şekilde davranmasa idi belki de bugün sahip olduğum karaktere sahip olamayabilirdim. Çocuklar şekillendirilmeye hazır bir oyun hamuru gibiler, karakterleri tahminimizden çok daha küçük yaşlarda şekilleniyor, önemsemek, bir çocuğu çok daha hızlı geliştiriyor.
Sadece çocuklar için de geçerli değil aslında. Kendine güven eksikliği duyan arkadaşlarınıza kendilerini ispat etmek için fırsatlar tanıyın. Cevabını bildiğiniz sorular sorun, kendi başlarına doğruyu bulmalarına fırsat verin. Göreceksinizki karakterleri oturacak, güven duyulacak insanlar olacaklardır. En önemlisi de kendilerine güven duyacaklar, kararlarında tereddüt etmeyeceklerdir.
16 Ekim 2011 Pazar
Kırık dökük
rüzgarı dinlerdim sessizlik nöbetlerinde
elimde kalem
kalemin ucunda kağıt
serinlik çökerdi kelimelere
uzun uzun süzerdi Dodonya
ellerim her nefeste sarıya boyandığında
reva mıydı kağıda bir kenara atılmak
kalem eksik yazdığında
tutan rüzgardan medet umduğunda
düşündüğün kadar basit değil
rüzgarın yaprakta bıraktığı tını
hangi kalem yazar, hangi kağıt anlatır
yaprağın güneşli bir gündeki yalnızlığını
yazamazsın şair, uğraşma boşuna!
başlatma kalemine, kağıdına!
11 Eylül 2011 Pazar
İş arayanlara tavsiyeler - Nelere dikkat etmelisiniz?
Şimdiye kadar genelde masanın diğer tarafında tek başına oturanlardan biriydim ben de. Askere gitmeden önce masanın rahat tarafına geçmiş ve bir kaç kişi ile işe alım mülakatı yapmıştım, askerden döndükten sonra ise yaklaşık 130 kişi ile mülakat yapma şansı yakaladım, bu yazımda karşılaştığım örnekleri ve öğrendiklerimi paylaşacağım.
Öncelikle ben işin teknik kısmında yer alıyorum, yani İnsan Kaynakları departmanları gibi kişisel özellikleri sorgulamıyor, ilginç sorular sormuyorum, daha doğrusu soramıyorum. Çünkü işin psikoloji değerlendirmesi kısmını tam olarak bilemiyorum. Bu konuda bloglara ya da Kaynağım İnsan gibi IK ile profesyonel olarak ilgilenenlere başvurabilirsiniz.
Benim dikkat ettiğim hususları aşağıda bulabilirsiniz:
CV'niz yalın, anlatmak istediğini doğrudan veren ve imla hatasız olsun.
Öncelikle imla konusu çok önemli. Bir kaç CV'yi doğrudan geri çevirdiğimi ve sahibini görüşmeye dahi çağırmadığımı biliyorum. Neden önemli imla? Bir iş başvurusunda bulunuyorsanız sizden önce CV'niz ile karşılaşıyoruz ve ilk değerlendirme bir doküman üzerinden yapılıyor. Eğer ciddi imla hataları ile karşılaşırsam CV'nin özensizce hazırlandığı izlenimini edinirim ve iş konusundaki ciddiyetinizi daha en baştan sorgularım. En az 15 yıl Türkçe eğitimi almış, ana dili Türkçe olan bir insanın haliyle daha iyi bir doküman hazırlaması gerekiyor.
İş tecrübelerinizi yazdığınız bölümler, sizin hangi projelerde hangi görevlerde ne yaptığınızı anlamamız için gerekli kısımlardır. Dolayısı ile buralara mümkün olduğu kadar anlaşılır bir dille ne yaptığınızı anlatmanız gerekir. Anlatım ne kadar uzarsa karşınızdaki kişinin okumasını zorlaştıracağınızı aklınızdan çıkarmayın. Bu kısımlarda anahtar kelimeler kullanmanız faydanıza olacaktır. Örneğin: ERP, IK, E-Ticaret, Sektör adı, vs...
Kariyer.net gibi iş arama sitelerinde "Yetenekler" kısmında yer alan "bunu bu kadar biliyorum" dediğiniz yerler var ya, "Photoshop - Uzman - 10/10" gibi, burayı doldururken çok dikkat etmeniz gerekiyor. Çünkü CV'nizin çıktısını aldığımızda aslında çok da önemsemediğimiz ama sitenin sunduğu bu özellik dokümanda fazla yer kaplayabiliyor. Geçenlerde gelen bir arkadaş okulda gördüğü her şeyi, duyduğu ya da karşılaştığı her şeyi eklemiş bu kısıma ve bir çoğuna "Uzman" yazma gafletinde bulunmuş. Unutmayınki hiç kimse o kadar çok konuda uzman olamaz, dolayısı ile eklediğiniz bir çok şey anlamsız oluyor. Mesela Windows XP'de uzmanım demeniz inanılmaz itici gelecektir, kimse sizi bu yüzden işe almaz. Her işe başvurabileyim diye özellik eklemek ise kararsızlığınızı ortaya koyacak ve yine kötü bir etki yaratacaktır.
Görüşmede kendinize güvendiğinizi gösterin, net olun.
İşe alım yapacak olanlar, ilanlarda yazanların aksine her şeyi bilmeniz gerektiğini düşünmüyorlar, bunu aklınızdan çıkarmayın. İlanların var olma nedenlerinden biri de kendine güveni eksik olanları daha ilk aşamada elemektir. Eğer cesaret edip ilana başvurmazsanız ne kadar zeki ya da akıllı olursanız olun işi alamazsınız. Mülakat yapanların istediği kişiler işi yapabilecek ya da yapmaya hevesli insanlardır. Teknik olarak yeterliliğiniz artı bir özelliktir. Ancak işi yapabileceğinize, azminize ve hevesinizin geçici olmadığına kanaat getirdiğimizde eksikleriniz olsa bile işe alabileceğimizi düşünürüz.
Görüşme esnasında rahat olun, ancak rahatlıktan kastım bir anda karşınızdakiler ile senli benli olmanız değil. Ciddiyetinizi koruyarak esprili olabilirsiniz, bu karşınızdakileri de rahatlatacaktır. İş tecrübelerinizi, hayallerinizi anlatırken konsantre olun ve çok fazla duraksamayın. Karşınızdakinin mümkün olduğu kadar yüzüne bakın ve yüz ifadesinden anlayacağınız üzere konuyu gereksiz yerlere taşımayın. Böylelikle mülakat yapanların dikkatini dağıtmamış olursunuz. En önemli nokta ise yaptığınız işi tam olarak anlatmanız. Net olun, "şu projede şu işleri yaptım" demeniz en kestirme yoldur. Zaten merak eden mülakatçı detay öğrenmek isteyecek ve soru ile karşılık verecektir.
Son bir not olarak, karşınızdakinin de bir insan olduğunu unutmayın. Ne kadar da sizi işe alacak kişi de olsa, ortam çok ciddi görünse de iletişim her şeydir. Konuşmaktan, iletişim kurmaktan korkmayın.
Öncelikle ben işin teknik kısmında yer alıyorum, yani İnsan Kaynakları departmanları gibi kişisel özellikleri sorgulamıyor, ilginç sorular sormuyorum, daha doğrusu soramıyorum. Çünkü işin psikoloji değerlendirmesi kısmını tam olarak bilemiyorum. Bu konuda bloglara ya da Kaynağım İnsan gibi IK ile profesyonel olarak ilgilenenlere başvurabilirsiniz.
Benim dikkat ettiğim hususları aşağıda bulabilirsiniz:
CV'niz yalın, anlatmak istediğini doğrudan veren ve imla hatasız olsun.
Öncelikle imla konusu çok önemli. Bir kaç CV'yi doğrudan geri çevirdiğimi ve sahibini görüşmeye dahi çağırmadığımı biliyorum. Neden önemli imla? Bir iş başvurusunda bulunuyorsanız sizden önce CV'niz ile karşılaşıyoruz ve ilk değerlendirme bir doküman üzerinden yapılıyor. Eğer ciddi imla hataları ile karşılaşırsam CV'nin özensizce hazırlandığı izlenimini edinirim ve iş konusundaki ciddiyetinizi daha en baştan sorgularım. En az 15 yıl Türkçe eğitimi almış, ana dili Türkçe olan bir insanın haliyle daha iyi bir doküman hazırlaması gerekiyor.
İş tecrübelerinizi yazdığınız bölümler, sizin hangi projelerde hangi görevlerde ne yaptığınızı anlamamız için gerekli kısımlardır. Dolayısı ile buralara mümkün olduğu kadar anlaşılır bir dille ne yaptığınızı anlatmanız gerekir. Anlatım ne kadar uzarsa karşınızdaki kişinin okumasını zorlaştıracağınızı aklınızdan çıkarmayın. Bu kısımlarda anahtar kelimeler kullanmanız faydanıza olacaktır. Örneğin: ERP, IK, E-Ticaret, Sektör adı, vs...
Kariyer.net gibi iş arama sitelerinde "Yetenekler" kısmında yer alan "bunu bu kadar biliyorum" dediğiniz yerler var ya, "Photoshop - Uzman - 10/10" gibi, burayı doldururken çok dikkat etmeniz gerekiyor. Çünkü CV'nizin çıktısını aldığımızda aslında çok da önemsemediğimiz ama sitenin sunduğu bu özellik dokümanda fazla yer kaplayabiliyor. Geçenlerde gelen bir arkadaş okulda gördüğü her şeyi, duyduğu ya da karşılaştığı her şeyi eklemiş bu kısıma ve bir çoğuna "Uzman" yazma gafletinde bulunmuş. Unutmayınki hiç kimse o kadar çok konuda uzman olamaz, dolayısı ile eklediğiniz bir çok şey anlamsız oluyor. Mesela Windows XP'de uzmanım demeniz inanılmaz itici gelecektir, kimse sizi bu yüzden işe almaz. Her işe başvurabileyim diye özellik eklemek ise kararsızlığınızı ortaya koyacak ve yine kötü bir etki yaratacaktır.
Görüşmede kendinize güvendiğinizi gösterin, net olun.
İşe alım yapacak olanlar, ilanlarda yazanların aksine her şeyi bilmeniz gerektiğini düşünmüyorlar, bunu aklınızdan çıkarmayın. İlanların var olma nedenlerinden biri de kendine güveni eksik olanları daha ilk aşamada elemektir. Eğer cesaret edip ilana başvurmazsanız ne kadar zeki ya da akıllı olursanız olun işi alamazsınız. Mülakat yapanların istediği kişiler işi yapabilecek ya da yapmaya hevesli insanlardır. Teknik olarak yeterliliğiniz artı bir özelliktir. Ancak işi yapabileceğinize, azminize ve hevesinizin geçici olmadığına kanaat getirdiğimizde eksikleriniz olsa bile işe alabileceğimizi düşünürüz.
Görüşme esnasında rahat olun, ancak rahatlıktan kastım bir anda karşınızdakiler ile senli benli olmanız değil. Ciddiyetinizi koruyarak esprili olabilirsiniz, bu karşınızdakileri de rahatlatacaktır. İş tecrübelerinizi, hayallerinizi anlatırken konsantre olun ve çok fazla duraksamayın. Karşınızdakinin mümkün olduğu kadar yüzüne bakın ve yüz ifadesinden anlayacağınız üzere konuyu gereksiz yerlere taşımayın. Böylelikle mülakat yapanların dikkatini dağıtmamış olursunuz. En önemli nokta ise yaptığınız işi tam olarak anlatmanız. Net olun, "şu projede şu işleri yaptım" demeniz en kestirme yoldur. Zaten merak eden mülakatçı detay öğrenmek isteyecek ve soru ile karşılık verecektir.
Son bir not olarak, karşınızdakinin de bir insan olduğunu unutmayın. Ne kadar da sizi işe alacak kişi de olsa, ortam çok ciddi görünse de iletişim her şeydir. Konuşmaktan, iletişim kurmaktan korkmayın.
22 Ağustos 2011 Pazartesi
Şekersiz çay
Hayattan beklediğim bir şey vardı hep, bilmediğim ama beklediğim. Bir şeyler eksikti hep, ya da hiç bir zaman tam olamamıştım.
Sözün dönüp dolaşıp sessizliğe vardığı yer, günün battığı, gecenin çıkmadığı bir an, ezberinde olan bir şarkıda sesinin yetmediği o nota...
Bir şair edasıyla dokunmak yetersiz kalabilir kelimelere, sözün sahibinin hisleri anlamsızlaşabilir başka dudaklarda, yazmak yetmez çoğu zaman, marifet biraz da okuyanda...
Zincirleme isim tamlaması yetersiz kalır kimi zaman, bir nesneyi anlatmaya. Sıfatlar anlamlarından uzaklaşır, uzaklaşır, uzaklaşır... Yazan utanır, okuyan utanır...
Bilmek yetmez çoğu zaman, anlamak kifayetsiz... anlatamadıktan sonra bütün çabaların beyhude, bütün emeğin çaresiz...
Tespit: Hayat biraz çaya benziyor zannımca. Çocukken kaşık kaşık şeker attığın, içilebilir kılmaya çalıştığın... Büyüdükçe, şekeri bıraktıkça, asıl tadına vardığın...
Sözün dönüp dolaşıp sessizliğe vardığı yer, günün battığı, gecenin çıkmadığı bir an, ezberinde olan bir şarkıda sesinin yetmediği o nota...
Bir şair edasıyla dokunmak yetersiz kalabilir kelimelere, sözün sahibinin hisleri anlamsızlaşabilir başka dudaklarda, yazmak yetmez çoğu zaman, marifet biraz da okuyanda...
Zincirleme isim tamlaması yetersiz kalır kimi zaman, bir nesneyi anlatmaya. Sıfatlar anlamlarından uzaklaşır, uzaklaşır, uzaklaşır... Yazan utanır, okuyan utanır...
Bilmek yetmez çoğu zaman, anlamak kifayetsiz... anlatamadıktan sonra bütün çabaların beyhude, bütün emeğin çaresiz...
********
Tespit: Hayat biraz çaya benziyor zannımca. Çocukken kaşık kaşık şeker attığın, içilebilir kılmaya çalıştığın... Büyüdükçe, şekeri bıraktıkça, asıl tadına vardığın...
18 Ağustos 2011 Perşembe
Kelimeleri toparlayamıyorum, yangın yerindeyim sanki, ellerim yara bere...
Yüreğimde koca bir boşluk, yer kalmıyor kendime...
Söylenen son cümlenin öznesiyim sanki, söylendim ve kaldım noktanın idam edildiği yerde.
İçtim, içtim, içtim, yağmurdan dilime düşen payı ve sustum, fazlasına hakkım yoktu, biliyordum...
Yağmur neden değmez boşluktaki kelimelere?
7 Ağustos 2011 Pazar
Sevebilme ihtimali
Bir ihtimaldi her şey... bir orantı...
Bir kelimenin doğru cümlede doğru anlama gelebilmesiydi... ve ben ve sen karar verememiştik ortak bir cümlede dile geleceğimize.
Sessizlik de bir ihtimaldi... ve ben ve sen ihtimal vermemiştik tutulan nefeslerde tükeneceğimize.
Bir ihtimaldi her şey... yalnızca bir orantı...
30 Temmuz 2011 Cumartesi
I need a coincidence
Bilmem kaçıncı kez izliyorum bu 500 Days of Summer şaheserini. Öyleki izlemediğim zamanlarda bir yanım "haydi artık çok uzun zaman oldu" deyip duruyor, kanıma giriyor, soluğu ekran başında alıyorum.
Daha önceki yazılarımdan birinde bahsetmiştim filmden ancak yine bahsetmek istiyorum, dilim şişmesin maksat. Taze taze izlemişken bir daha bir daha yorumlayayım.
Filmde Summer Finn'in ve Tom Hansen'ın ortak hikayelerini izlesek de senaryonun Tom'un bulunduğu ruhsal geçişlere odaklanması ile hikaye Summer ekseninde ilerleyip Summer'ın hikayesinden uzaklaşıyor. Onun yaşadıkları son sahnelere kadar açıklanmıyor. Dolayısı ile filmi Tom gibi takip ediyoruz. Bu yüzden sanırım Summer'a bu kadar kızmamız. Belki Summer'ın hikayesini dinlesek Tom'a "hey dostum senin problemin ne biliyor musun?" diye başlayan cümlelerle saldırabiliriz.
Senaryo yazarının detaylara gösterdiği ilgi takdire şayan. Her bir mimikte her bir harekette aleni bir çöküşü ya da olağanüstü mutlulukları anında görebiliyoruz. Filmin çekici olduğu kısımlardan biri de sanırım bu iniş çıkışlar. Bir an Tom ve Summer'la geleceğe dair mutluluk hesapları yaparken hemen ardından "n'oldu ya, niye böyle oldu ki!" saflığına dalabiliyoruz. Film en güzel tabir ile sempatik depresif.
Dış sesin de hastasıyım ayrıyeten. Çok ciddi bir şey anlatıyor gibi konuşup bildiğin geyik yapıyor. İyi de yapıyor yalan yok.
Bir gerçek daha dikkatimi çekti. Tom filmin başlarında ne kadar çocuksu ise sonlarına doğru da o kadar yetişkin idi. Sanırım filmin vermek istediklerinden, anlatmaya çalıştıklarından biri de buydu. Film, film olmaktan çok bir belgesele benziyor. Aşkın anatomisi, misyonu ve vizyonu üzerine anlatılmış güzel bir eser. İzleyin ef'em.
Daha önceki yazılarımdan birinde bahsetmiştim filmden ancak yine bahsetmek istiyorum, dilim şişmesin maksat. Taze taze izlemişken bir daha bir daha yorumlayayım.
Filmde Summer Finn'in ve Tom Hansen'ın ortak hikayelerini izlesek de senaryonun Tom'un bulunduğu ruhsal geçişlere odaklanması ile hikaye Summer ekseninde ilerleyip Summer'ın hikayesinden uzaklaşıyor. Onun yaşadıkları son sahnelere kadar açıklanmıyor. Dolayısı ile filmi Tom gibi takip ediyoruz. Bu yüzden sanırım Summer'a bu kadar kızmamız. Belki Summer'ın hikayesini dinlesek Tom'a "hey dostum senin problemin ne biliyor musun?" diye başlayan cümlelerle saldırabiliriz.
Senaryo yazarının detaylara gösterdiği ilgi takdire şayan. Her bir mimikte her bir harekette aleni bir çöküşü ya da olağanüstü mutlulukları anında görebiliyoruz. Filmin çekici olduğu kısımlardan biri de sanırım bu iniş çıkışlar. Bir an Tom ve Summer'la geleceğe dair mutluluk hesapları yaparken hemen ardından "n'oldu ya, niye böyle oldu ki!" saflığına dalabiliyoruz. Film en güzel tabir ile sempatik depresif.
Dış sesin de hastasıyım ayrıyeten. Çok ciddi bir şey anlatıyor gibi konuşup bildiğin geyik yapıyor. İyi de yapıyor yalan yok.
Bir gerçek daha dikkatimi çekti. Tom filmin başlarında ne kadar çocuksu ise sonlarına doğru da o kadar yetişkin idi. Sanırım filmin vermek istediklerinden, anlatmaya çalıştıklarından biri de buydu. Film, film olmaktan çok bir belgesele benziyor. Aşkın anatomisi, misyonu ve vizyonu üzerine anlatılmış güzel bir eser. İzleyin ef'em.
26 Temmuz 2011 Salı
Sen yağmur sonrası...
kalabalık bir sokak belki hayat
sen her köşe başı
yorgunluktan mı bu halim
düşünmek bile zor
kelimesiz geldiğim
fikirler yol almaz
dağınıklıktan mı bu halim
durulmak artık zor
geçmişte bitirdiğim
hüznümde hal kalmaz
dönüşmeden,
değişmeden gün olmaz
çare bulmaz
soluklanmaz zaman
yenilenmez yalan
toplanmamış bir oda
benle hayat
sen
yağmur sonrası...
Yüzüne bakıyordum, gözlerine, dudaklarına, bir gülüşten yakalayabildiklerimle yetinecektim hepi topu. Bir hayal yaratacaktım tozdan ve gazdan, yağmur yağdıracaktım, gözlerinde yedi renkten gökkuşağı. Bütün sesleri çıkaracaktım aklımdan, üryan kalacaktı kulaklarım, bir tek kahkahaların kalacaktı, bir tek...
Kelimeler kar edecek sanma, hiç bir sözlükte bulamayacaktın sana verdiğim anlamı. Hiç bir harf benzetemeyecekti seni, tanığı en şahane varlığa. Varlık kapısını kapattım senin için, çünkü varlığında hiç bir zaman benzetemeyecektim seni, sana.
Zaman doldurmaya anmamıştım adını, çünkü ne zaman aklıma düşsen zaman senle dolardı. Bardaktan boşalırcasına düşerdin dilime ve şarkılar sadece sana eşlik etmek için varlardı. Bir yaprak kıpırdardı rüzgardan ve sonra ayak sesleri aklımın en kaçkın yerlerinde. Gelmiş miydin?
Kitap aralarında saklardım seni, çocukluktan kalma bir alışkanlıkla. Oysa kelimeler susuzluğunu gidermezmiş kuruyan bir çiçeğin, ne kokun kaldı geriye ne de rengin, çocukmuşum, masalmışım.
Sen, yağmur sonrası dinginliğim, cesaretin ardından gelen korkaklığım, düşüncelerimden sızan cümlelerim ve dilsizliğim... Varlığın, fikrin kadar güzel değilken girme kalbime, sen, varlığı kafirliğim...
26 Haziran 2011 Pazar
I'm CEO, bitch / Bir facebook hikayesi, The Social Network
Araya askerlik girince ancak izleme ve yorumlama fırsatı buldum. Sektörel yakınlığımdan ötürü ilgimi oldukça çeken ve "neymiş bakalım şu facebook'un olayı" diye az buçuk kıskanarak beklediğim filmdi The Social Network. Kısmet bugüneymiş.
Mark Zuckerberg'in facemash.com ile başlayıp thefacebook.com (sonradan the atılıyor) ile devam eden hikayesi anlatılıyor. İzlemeden önce "acaba Zuckerberg'i bir bilişim ilahı olarak mı gösterecekler" diye korkuyordum, Fincher'dan beklemiyordum böyle bir davranışı ama her halükarda ortada 500 milyon kullanıcısı olan bir sitenin kurucusunun hikayesi vardı. Dünyanın en popüler sitesinin (olayının) sahibi, en genç dolar milyarderinin hikayesini başka yönetmen kalmadı da neden Seven ve Fight Club'ın yönetmeni çeker diye de sinirlenmiyor değildim, paranın çekiciliği işte :)
Bilişim sektöründe Bill Gates gibi bir örneğimiz vardı. Filmde bir sahnede Zuckerberg ile aynı sahneyi paylaşmaları da güzel bir birleşim oldu bence. Ticari büyümeleri sektörel zekadan ziyade tilkiliğe bağlı olan iki insan. Ha hangisi daha zeki derseniz Gates açık ara önde bitirir. Gates doğru yerde doğru hamleleri kendi iradesi ile yapan bir insanken, Zuckerberg doğru yerde doğru insanların kendi adına doğru kararlar verdiği şanslı bir insan imajını aşamadı gözümde.
Facebook aslında bir ilk değildi, muadili olmayan bir platform değildi, ne teknolojisi yeniydi ne de çıkış fikri. Tek farkı kapalı bir sistem olarak başlaması ve insanların kendi orjinal isimleri (nick kullanmadan) ile üye olabilecek güveni kazanabilmesiydi, kabul bir internet sitesi için çok çok çok zor kazanılan bir şey. Bunu sağlayabilmesi ise Harward gibi bir üniversitede başlamış ve kabul görmüş olmasına bağlı. Aynı şey Sütçü İmam Üniversitesinde başlasa kim takardı değil mi :)
Film olayı en başından ele alıyor. Zuckerberg'in fikri ilk (ç)almasından günümüze kadar geçen süreyi anlatıyor. Aradaki gelişimlerin ve zıplayışların anatomisini çiziyor. Fincher'ı takdir etmek gerekir oldukça akıcı ve tarafsız anlatmaya çalışmış. Zuckerberg rolündeki Jesse Eisenberg'de çok başarılı bir oyunculuk göstermiş, kendine güvenen ama kabul görememiş bir adamı hal ve hareketleri ile oldukça iyi canlandırmış.
Film bittiğinde facebook'u açıp "adamlara ne para kazandırmışız arkadaş, birbirlerine düşmüş keratalar" diyebilirsiniz ama 2 dk'dan sonra tekrardan izleyici olmaktan çıkıp kullanıcı oluyorsunuz ve ne beğensem diye seyre çıkıyorsunuz.
Fikri (ç)almaktan bahsetmiştim, ama aslında bilişim sektöründe muğlak bir konu olduğundan öyle söyledim. Yani birisi bir fikri dile getirdiğinde geliştirerek sahiplenebilir, neticede fikir soyut bir üründür ve ilk kim gerçekleştirirse onun olur. İspat edemiyorsanız sahip de olamazsınız. Facebook, Zuckerberg'in fikri olmayabilir ama şu an milyar dolar sahibi olan kendisidir. Burada etik olmayan durum fikrin sahiplerinin Zuckerberg'i fikri gerçekleştirmek için tutmaları ve Zuckerberg'in onları saf dışı ederek kendi başına ilerlemesi. Eğer her programcı böyle davransa şirketlerin, her elemanın başına bir adam tutup 24 saat takip ettirmeleri gerekir. Yazılımcıların imajı açısından kötü. Bu yüzden artık şirketler paranoyaklaşarak gitgide bilgi güvenliği konusunda elemanlarına ardı ardına sözleşmeler imzalatıyorlar. Ortada böyle örnekler olunca adamlara hak vermemek elde değil. Örneğimiz 25 milyar dolarlık bir kazık neticede.
http://www.filmarasi.com/Movie.aspx?ID=565473&Name=The%20Social%20Network(2010)
Mark Zuckerberg'in facemash.com ile başlayıp thefacebook.com (sonradan the atılıyor) ile devam eden hikayesi anlatılıyor. İzlemeden önce "acaba Zuckerberg'i bir bilişim ilahı olarak mı gösterecekler" diye korkuyordum, Fincher'dan beklemiyordum böyle bir davranışı ama her halükarda ortada 500 milyon kullanıcısı olan bir sitenin kurucusunun hikayesi vardı. Dünyanın en popüler sitesinin (olayının) sahibi, en genç dolar milyarderinin hikayesini başka yönetmen kalmadı da neden Seven ve Fight Club'ın yönetmeni çeker diye de sinirlenmiyor değildim, paranın çekiciliği işte :)
Bilişim sektöründe Bill Gates gibi bir örneğimiz vardı. Filmde bir sahnede Zuckerberg ile aynı sahneyi paylaşmaları da güzel bir birleşim oldu bence. Ticari büyümeleri sektörel zekadan ziyade tilkiliğe bağlı olan iki insan. Ha hangisi daha zeki derseniz Gates açık ara önde bitirir. Gates doğru yerde doğru hamleleri kendi iradesi ile yapan bir insanken, Zuckerberg doğru yerde doğru insanların kendi adına doğru kararlar verdiği şanslı bir insan imajını aşamadı gözümde.
Facebook aslında bir ilk değildi, muadili olmayan bir platform değildi, ne teknolojisi yeniydi ne de çıkış fikri. Tek farkı kapalı bir sistem olarak başlaması ve insanların kendi orjinal isimleri (nick kullanmadan) ile üye olabilecek güveni kazanabilmesiydi, kabul bir internet sitesi için çok çok çok zor kazanılan bir şey. Bunu sağlayabilmesi ise Harward gibi bir üniversitede başlamış ve kabul görmüş olmasına bağlı. Aynı şey Sütçü İmam Üniversitesinde başlasa kim takardı değil mi :)
Film olayı en başından ele alıyor. Zuckerberg'in fikri ilk (ç)almasından günümüze kadar geçen süreyi anlatıyor. Aradaki gelişimlerin ve zıplayışların anatomisini çiziyor. Fincher'ı takdir etmek gerekir oldukça akıcı ve tarafsız anlatmaya çalışmış. Zuckerberg rolündeki Jesse Eisenberg'de çok başarılı bir oyunculuk göstermiş, kendine güvenen ama kabul görememiş bir adamı hal ve hareketleri ile oldukça iyi canlandırmış.
Film bittiğinde facebook'u açıp "adamlara ne para kazandırmışız arkadaş, birbirlerine düşmüş keratalar" diyebilirsiniz ama 2 dk'dan sonra tekrardan izleyici olmaktan çıkıp kullanıcı oluyorsunuz ve ne beğensem diye seyre çıkıyorsunuz.
Fikri (ç)almaktan bahsetmiştim, ama aslında bilişim sektöründe muğlak bir konu olduğundan öyle söyledim. Yani birisi bir fikri dile getirdiğinde geliştirerek sahiplenebilir, neticede fikir soyut bir üründür ve ilk kim gerçekleştirirse onun olur. İspat edemiyorsanız sahip de olamazsınız. Facebook, Zuckerberg'in fikri olmayabilir ama şu an milyar dolar sahibi olan kendisidir. Burada etik olmayan durum fikrin sahiplerinin Zuckerberg'i fikri gerçekleştirmek için tutmaları ve Zuckerberg'in onları saf dışı ederek kendi başına ilerlemesi. Eğer her programcı böyle davransa şirketlerin, her elemanın başına bir adam tutup 24 saat takip ettirmeleri gerekir. Yazılımcıların imajı açısından kötü. Bu yüzden artık şirketler paranoyaklaşarak gitgide bilgi güvenliği konusunda elemanlarına ardı ardına sözleşmeler imzalatıyorlar. Ortada böyle örnekler olunca adamlara hak vermemek elde değil. Örneğimiz 25 milyar dolarlık bir kazık neticede.
http://www.filmarasi.com/Movie.aspx?ID=565473&Name=The%20Social%20Network(2010)
22 Haziran 2011 Çarşamba
Ne kalır geriye?
Yine başlamak zor geliyor yepyeni bir cümleye. Oysa ilk kez konuşmuyorum kelimelerle. Kurulmuş bir saat gibi ilk kez aklımda belirmiyor sözcükler. Ama yine de bir cümleye başlamak sahiplenmek gibi geliyor anlattıklarını ve sahip olamamanın korkusu ağırlaştırıyor başlangıçları.
Hayatta hiç bir şeye bağlanmamalı, umutla beklememeli, anlamından fazlasını yüklememeli, yüklenmemeli. Oysa hayat hiç bir zaman fazlasını da vaad etmemişti, ne ise oydu alacağımız. Ticaretini yaptığımız hayallerle yıprattık gerçeklerimizi. Büyük büyük sözler söyledik kimi zaman, sesimizin yetmeyeceği şarkılara heves ettik, elimizin uzanmayacağı dallara dokunmaya çalışırken yaraladık elimizi kolumuzu, hepsi tek bir şey için, daha güzel daha mesut anlar için. Peki onca yaşananlardan sonra ne kaldı geriye?
Bakmayın hüzünle bu kadar çevrelendiğimize, hayat dediğimiz de bu değil mi zaten? Duvarları hüzünle boyalı dört duvar. Neresine asacağımıza karar veremediğimiz mutlu anlarla süslenmiş dört duvar. Hayal kırıklıklarının diş geçirip yerinden çıkartığı çivilerle delik deşik olmuş dört duvar. Ve ortasında biz varız, tek başımıza, sessizce izliyoruz her bir duvarı, dönüp dönüp sayıyoruz dört buluyoruz, gariptir, her seferinde şaşıyoruz matematiğin şaşmadığına. Yaşamak, bütün mutlu tabloları ve tabloları asmak için deldiğimiz ve kimi zaman söküp delik deşik bıraktığımız duvarları kabullenmek oluyor sonunda. Yaşamak hayatı kabullenmek oluyor sonunda.
Yaşamak güzel şey. Var olmak. Onca yaşananlardan geriye ne kalıyorsa artık. Nasıl olsa bir son durağı var her seferin, nasıl olsa her şarkı son bulacak son bir notada, nasıl olsa son cümlesini söyleyecek her kitap, o zamana kadar mutlu olmayı bilmeli elde kalanlarla. Küçük de olsa tablolar asmaya çalışmalı, elde çekiç çivi. Her zaman mutlu olamasak da, gözlerimizi kapatırken son kez, tablolara son kez bakıp gülümseyebilmeli.
Ne kalır onca yaşananlardan geriye?
İnsan...
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)