26 Haziran 2011 Pazar

I'm CEO, bitch / Bir facebook hikayesi, The Social Network

Araya askerlik girince ancak izleme ve yorumlama fırsatı buldum. Sektörel yakınlığımdan ötürü ilgimi oldukça çeken ve "neymiş bakalım şu facebook'un olayı" diye az buçuk kıskanarak beklediğim filmdi The Social Network. Kısmet bugüneymiş.

Mark Zuckerberg'in facemash.com ile başlayıp thefacebook.com (sonradan the atılıyor) ile devam eden hikayesi anlatılıyor. İzlemeden önce "acaba Zuckerberg'i bir bilişim ilahı olarak mı gösterecekler" diye korkuyordum, Fincher'dan beklemiyordum böyle bir davranışı ama her halükarda ortada 500 milyon kullanıcısı olan bir sitenin kurucusunun hikayesi vardı. Dünyanın en popüler sitesinin (olayının) sahibi, en genç dolar milyarderinin hikayesini başka yönetmen kalmadı da neden Seven ve Fight Club'ın yönetmeni çeker diye de sinirlenmiyor değildim, paranın çekiciliği işte :)

Bilişim sektöründe Bill Gates gibi bir örneğimiz vardı. Filmde bir sahnede Zuckerberg ile aynı sahneyi paylaşmaları da güzel bir birleşim oldu bence. Ticari büyümeleri sektörel zekadan ziyade tilkiliğe bağlı olan iki insan. Ha hangisi daha zeki derseniz Gates açık ara önde bitirir. Gates doğru yerde doğru hamleleri kendi iradesi ile yapan bir insanken, Zuckerberg doğru yerde doğru insanların kendi adına doğru kararlar verdiği şanslı bir insan imajını aşamadı gözümde.

Facebook aslında bir ilk değildi, muadili olmayan bir platform değildi, ne teknolojisi yeniydi ne de çıkış fikri. Tek farkı kapalı bir sistem olarak başlaması ve insanların kendi orjinal isimleri (nick kullanmadan) ile üye olabilecek güveni kazanabilmesiydi, kabul bir internet sitesi için çok çok çok zor kazanılan bir şey. Bunu sağlayabilmesi ise Harward gibi bir üniversitede başlamış ve kabul görmüş olmasına bağlı. Aynı şey Sütçü İmam Üniversitesinde başlasa kim takardı değil mi :)

Film olayı en başından ele alıyor. Zuckerberg'in fikri ilk (ç)almasından günümüze kadar geçen süreyi anlatıyor. Aradaki gelişimlerin ve zıplayışların anatomisini çiziyor. Fincher'ı takdir etmek gerekir oldukça akıcı ve tarafsız anlatmaya çalışmış. Zuckerberg rolündeki Jesse Eisenberg'de çok başarılı bir oyunculuk göstermiş, kendine güvenen ama kabul görememiş bir adamı hal ve hareketleri ile oldukça iyi canlandırmış.

Film bittiğinde facebook'u açıp "adamlara ne para kazandırmışız arkadaş, birbirlerine düşmüş keratalar" diyebilirsiniz ama 2 dk'dan sonra tekrardan izleyici olmaktan çıkıp kullanıcı oluyorsunuz ve ne beğensem diye seyre çıkıyorsunuz.

Fikri (ç)almaktan bahsetmiştim, ama aslında bilişim sektöründe muğlak bir konu olduğundan öyle söyledim. Yani birisi bir fikri dile getirdiğinde geliştirerek sahiplenebilir, neticede fikir soyut bir üründür ve ilk kim gerçekleştirirse onun olur. İspat edemiyorsanız sahip de olamazsınız. Facebook, Zuckerberg'in fikri olmayabilir ama şu an milyar dolar sahibi olan kendisidir. Burada etik olmayan durum fikrin sahiplerinin Zuckerberg'i fikri gerçekleştirmek için tutmaları ve Zuckerberg'in onları saf dışı ederek kendi başına ilerlemesi. Eğer her programcı böyle davransa şirketlerin, her elemanın başına bir adam tutup 24 saat takip ettirmeleri gerekir. Yazılımcıların imajı açısından kötü. Bu yüzden artık şirketler paranoyaklaşarak gitgide bilgi güvenliği konusunda elemanlarına ardı ardına sözleşmeler imzalatıyorlar. Ortada böyle örnekler olunca adamlara hak vermemek elde değil. Örneğimiz 25 milyar dolarlık bir kazık neticede.

http://www.filmarasi.com/Movie.aspx?ID=565473&Name=The%20Social%20Network(2010)

22 Haziran 2011 Çarşamba

Ne kalır geriye?


Yine başlamak zor geliyor yepyeni bir cümleye. Oysa ilk kez konuşmuyorum kelimelerle. Kurulmuş bir saat gibi ilk kez aklımda belirmiyor sözcükler. Ama yine de bir cümleye başlamak sahiplenmek gibi geliyor anlattıklarını ve sahip olamamanın korkusu ağırlaştırıyor başlangıçları.

Hayatta hiç bir şeye bağlanmamalı, umutla beklememeli, anlamından fazlasını yüklememeli, yüklenmemeli. Oysa hayat hiç bir zaman fazlasını da vaad etmemişti, ne ise oydu alacağımız. Ticaretini yaptığımız hayallerle yıprattık gerçeklerimizi. Büyük büyük sözler söyledik kimi zaman, sesimizin yetmeyeceği şarkılara heves ettik, elimizin uzanmayacağı dallara dokunmaya çalışırken yaraladık elimizi kolumuzu, hepsi tek bir şey için, daha güzel daha mesut anlar için. Peki onca yaşananlardan sonra ne kaldı geriye?

Bakmayın hüzünle bu kadar çevrelendiğimize, hayat dediğimiz de bu değil mi zaten? Duvarları hüzünle boyalı dört duvar. Neresine asacağımıza karar veremediğimiz mutlu anlarla süslenmiş dört duvar. Hayal kırıklıklarının diş geçirip yerinden çıkartığı çivilerle delik deşik olmuş dört duvar. Ve ortasında biz varız, tek başımıza, sessizce izliyoruz her bir duvarı, dönüp dönüp sayıyoruz dört buluyoruz, gariptir, her seferinde şaşıyoruz matematiğin şaşmadığına. Yaşamak, bütün mutlu tabloları ve tabloları asmak için deldiğimiz ve kimi zaman söküp delik deşik bıraktığımız duvarları kabullenmek oluyor sonunda. Yaşamak hayatı kabullenmek oluyor sonunda.

Yaşamak güzel şey. Var olmak. Onca yaşananlardan geriye ne kalıyorsa artık. Nasıl olsa bir son durağı var her seferin, nasıl olsa her şarkı son bulacak son bir notada, nasıl olsa son cümlesini söyleyecek her kitap, o zamana kadar mutlu olmayı bilmeli elde kalanlarla. Küçük de olsa tablolar asmaya çalışmalı, elde çekiç çivi. Her zaman mutlu olamasak da, gözlerimizi kapatırken son kez, tablolara son kez bakıp gülümseyebilmeli.

Ne kalır onca yaşananlardan geriye?

İnsan...